31 Aralık 2011 Cumartesi

Yeni Yılınız Kutlu Olsun...






Bir yıl daha bitiyor....
Acısıyla, tatlısıyla, hüznüyle, neşesiyle...
Hayatımızdan bir yaşa daha geçiyor bir yaş daha büyüyor, olgunlaşıyoruz...

Yeni bir yılda her şey ama her şey gönlünüzce olsun...
Hep birlikte ailecek bir arada olacağınız kocaman süslü sofralarda toplaşın...


Evlatlarının yolunu gözleyenler için  zaman su gibi akıp geçsin..
Telaşlarınız hep, kavuşma gününün arifesinde  mutfakta en sevilen yemeklerin pişip pişmediği olsun... 

Tezgahında  ev yapımı reçel kavanozlarınızın olduğu , fırınından kek kokularının geldiği, kocaman, içinde yaşanan  muhteşem mutfaklarınız olsun...



Kurabiye kavanozlarına yemek öncesi dadanan minicik elleriniz,
Yatağınızın üstünde zıp zıp zıplayan melekleriniz olsun evinizde..

Sofranızda hep ağız tadı olsun...
Huzurla yenecek bir aşınız,
Sıcacık,  sevgi dolu bir eviniz olsun...

İhtiyacınız olduğunda yanınızda olacak dostlarınız,


Kapıdan  içeri girdiğinizde sıcacık bir gülümsemeyle yuvanıza geldiğinizi hissettirecek bir eşiniz olsun...

İş yerinizde çalışkan ama eğlenceli bir ekibiniz,
Hafta sonları çalışmadan çok para kazanacağınız bir işiniz,
Anlayışlı patronlarınız ve çalışanlarınız olsun....


Daha çok kitap okumaya vaktimiz,istediğimiz kitapları alacak kadar çok paramız olsun...
Arkadaşlarımızla uzun uzun keyifli sohbetler  yapacağımız ortamlar olsun,
Arada sırada kendimizi yollara atıp  keyifli yolculuklar yapacak paramız ve zamanımız olsun....

Varacağımız yerde karşılayanlarımız olsun...
Geri dönerken  uğurlayanlarımız...
Hafif bir hüzün olsun geride..
Yine gelelim mutlaka diye söz verelim kendimize...

Şehrin gürültüsünde sokakta yürürken, bir apartmanın bahçesindeki limon ,mandalina ağaçlarının kokusu burnumuza geldiğinde birkaç saniyeliğine durup derin derin bu güzel kokuyu içimize çekelim....

Sabah işe gelirken arabanın aynasından gördüğümüz, doğan güneşi fark edelim,
Akşam sokağa adım attığımızda, kafamızı yukarı kaldırıp Ay'ı yıldızları selamlayalım..
Yaz akşamlarında öten cırcır böceklerinin senfonisini dinlemek için duralım, hafızamıza kaydedelim bu muhteşem sesleri...


Sabah gazeteleri açtığımızda kavga, şiddet,cinayet değil, yardımlaşma, dayanışma, barışma haberleri okuyalım...

Televizyonlardan şehit haberleri gelmesin,evlere o acı korlar düşmesin...

Onun yerine ülkemizin başarılarını, yatırımlarını, büyümesini okuyalım...


Evet, yeni yılda her şeyin tadını çıkaracağımız, farkında olacağımız yeni yepyeni, şanslı, bereketli, sağlıklı  koskocaman bir yıl gelsin, ve öyle devam etsin..

Hepinize şimdiden iyi seneler.....







Not: Tabii her şeyden önce sağlığımız yerinde olsun , sonra enerjimiz, umudumuz, neşemiz ve cesaretimiz olsun ki tüm yukarda saydığımız her şeyi yapabilelim...



27 Aralık 2011 Salı

Dünya Gençlik Kampı (Volume II)

Dünya Gençlik Kampı ya da bizim zamanımızdaki  adıyla Camp Club benim çocukluğuma ait en güzel zamanlardan biriydi. İlk olarak gittiğim 15 günlük Çanakkale -Güzelyalı yaz kampı, sonrasında 21 günlük Uludağ yaz kampı , ve her şubat tatilinde 1 hafta süreli gittiğim Fethiye  Kampı...

İlk başta ağlayarak gittiğim Çanakkale yaz kampından ve katıldığım diğer kampların hepsinden  bu seferde kamp bitiyor diye ağlayarak dönmüşlüğüm vardır:))

Amaaa önce Çanakkale kampımı yazmak istiyorum izninizle..

Yaş tahmini 11-12 falan.. Kamp başlamış , ben bütünleme sınavına girdiğim için 3-4 gün geç katılmışım gruba.
Kampa annemler beni bırakınca  önce bana kalacağım odayı gösterdiler. Tabii o zamanlar küçüğüm ilk kez ailemden ayrılıyorum, üstelik de yeni bir yere sonradan çıkıntı oluyorum, sanırım biraz tedirginim...
O zaman kaldığımız otel kısmı 3-4 katlı apart otelden oluşuyor, bir kat kızların, bir kat erkeklerin . Gruplar 10 kişilikti yanlış hatırlamıyorsam ve başlarımızda o zamanlar bize çok büyük gözüken ama, aslında, genelde üniversite öğrencileri olan belletmenlerimiz vardı. Her belletmen  kendi grubundan sorumlu. Sabah kalmalarından akşam yatmalarına, odaların düzenine kadar...ama hepsi dünya tatlısı.. Neyse beni odama götürdüler, odaya bir girdim kimse yok (meğer herkes o sırada yüzme saatindeymiş). 2 oda içiçe geçmeli, birinde 2 tek kişilik yatak, diğerinde 2 adet ranza var. Tam nasıl olduğunu hatırlamıyorum o sıralarda yeni oda arkadaşlarım geldi. Aslında odamızda kalan kişi sayısı 5 kişi falandı ama yanılmıyorsam odadaki kızlar çok kalabalık oldu diye cazgırlık yapıp kızlar arası didişme olunca, diğer kızları  başka odalara gönderip sakin sessiz ve eğlenceli kamp dönemimiz başladı:)
Oda arkadaşlarımdan birisi Işıl'dı, diğeri Deniz....Işıl daha dışa dönüktü, Deniz daha sakin. Biz 3 kız çok iyi anlaşmıştık, zaten hepimiz aynı gruptaydık. Dolayısı ile aktivite saatlerimize aynı olduğu için odanın anahtarı kimde kalsın derdimiz yoktu, bir süre sonra zaten  odamız giriş katında olduğu ve biz balkon kapısını hep açık bıraktığımız için anahtar taşımaya ihtiyaç duymadık... Balkon kapısı bizim odanın ana girişi kapısı olmuştu:))
Sabahları sabahın bir köründe uyandırılırdık. Tabi o sabahın körü bize göre erkendi aslında,  yoksa sabahın beşinde bizi hazır ol da tutmuyorlardı :)))  Biz gece kız kıza çok kaynattığımız için sabahları bir türlü kalkmak bilmiyorduk....
Sabah tüm gruplar belletmenleriyle birlikte ana giriş kapısının önünde tam tekmil  hazır bulunur daha sonra orman içinde yürüyüşe gidilirdi...O yürüyüşlerin ilk 5 dakikası inanılmaz zor gelirdi bana...Zaten bünye sürünerek yataktan kalmış ve yine sürünerek ve çekiştirilerek yürüyor ...Feci bir duygu:)    Ama bir müddet sonra şarkılar eşliğinde o muhteşem çam ağaçlarının ve taze havanın missss gibi kokusu içe çekilerek güne başlanırdı. Ben ve benim gibi lapacı arkadaşlar grubun hep en sonunda kalırdık. Aslında ilk başlarda ya kaybolursak tedirginliğimiz olduğu için, dil bir karış dışarda, koştur koştur grubun dibinden ayrılmıyorduk. Sonra baktık ki rota sabit, bizi bir yerlerde unutmaları söz konusu değil :) hem bizden bile geriden gelenler var.(ki genelde en sondakileri toplayan belletmenlerdi:))  sonra keyfini çıkara çıkara yürüdük.
Yürüyüşten gelince doğru eller yıkanıp kahvaltıya... Aç kurtlar gibi karnımızı doyurduktan sonra (ki hiç bir zaman ben o sofralardan aç kalktığımı hatırlamıyorum ) hangi aktivite varsa herkes kendi grubu ve belletmeni ile beraber o aktivite hocasına teslim edilirdi. Eskrim, tekwando,ingilizce dersi, okçuluk... aklınıza ne gelirse hepsinden bi kuplecik yapardık:)

Eskrim; ehh fena değildi, hep birden o tuhaf duruşları yapınca aslında o kadar komik değildik. Ama o kıyafetleri giyip eskrim kılıcı ile deneme yapınca çok komik hissediyordunuz. Yani ben öyle hissediyordum.Sporda lapacılık genlerde olan bir şey sanırım:) yoksa dersleri çok ciddiye alan  hatta kendi aramızdaki turnuvalarda hırs yapan arkadaşlar bile vardı...

Tekwando dersi; bana göre çok anlamsızdı.. Ayakları havaya kaldırıp tekme atmaya çalışmalar, ellerle karşımda olamayan birinden savunma hareketleri falan... Hadi hareketleri geçtim O acaip sesleri çıkarmak zorunda mıydık.. Şiddetle kaçmaya çalıştığım "Hocam ayağım burkuldu,  cidden bakın bileğim şişti" palavraları atmaya başlamaya ama bir türlü yediremediğim günlerdi:) Acemilik işte....

Ama bunların yanı sıra bir define avı yarışması yapmıştık ki ...Offff, feci eğlenceliydi. Belletmenler sahilde bir yere define sandığı gömmüşler, ve bir sürü yere ip uçları bırakmışlardı. Tüm grupların katıldığı ve birbirine karşı yarıştığı çok eğlenceli yarışmalardan biriydi. Tüm grup birlikte hareket ediyor bulunan ipucundaki bulmaca çözülüyor ve diğer ipucuna geçiliyor...İpuçlarının sonunda define var tabii.. İçinde ne olduğu merakla beklenen define... Sonunda define sandığından bir sürü gazoz,çikolata ve cips çıkmıştı diye hatırlıyorum...


Havuz saatleri, yakışıklı hocalar eşliğinde okçuluk dersleri, I. ve IV. Murat  eşliğinde  tiyatro dersleri (ikisi de Murat hocaydı ama niye onlara I. ve IV Murat lakabı taktık hiç hatırlamıyorum), animasyonlar, disko eğlenceleri, elimizde olanlarla uydurduğumuz ya da yarattığımız kıyafet partileri....Kimisi 3 rulo tuvalet kağıdına dolanıp mumya olmuştu, kimi  çarşaflardan kıyafet yapmıştı....

Düşünebiliyor musunuz 11-12 yaşlarındaki çocukların masumane eğlencesini...

Yaşayanlardan biri olarak  açıkçası kampa katılım yaşımın hiçbir zaman bitmemesini dilerdim . En son 15 yaşında son kez Fethiye'deki sömestr kampına katılıp jübile yapmıştım. Aslında üniversite yıllarımda kampa belletmen olarak katılmayı çok istemiştim ama ya bizim tatillerle kamp tarihleri çakışmamıştı  yada bana çoluk çocukla uğraşmak:) çok eğlenceli gelmemişti...

Ama orda öğrenci olmak, arkadaş edinmek , o arkadaşlarla sözleşip bir sonraki sene aynı kampta yeniden buluşmak, eve dönünce - o tarihlerde internet olmadığından -  dostlukları mektup yazarak sürdürmeye çalışmak... Hatta annemler okumasın diye sevgili arkadaşım Tuğçe ile kendimize alfabe yaratmıştık:))) Tabii sonra koptuk, kaybettik birbirimizi...


Kısaca anlatmakla bitmez ... Hani erkeklerin askerlik anıları vardır ya... Bizim de öyle kamp anılarımız var... Ama eminim ki bizimkiler askerlik anılarından çok daha eğlencelidir:)))

Benim oğlumda kısmetse büyüdüğünde gidecek benim kampıma...Eğer sizin de imkanınız varsa (yoksa da yaratmaya çalışın) mutlaka gönderin böyle bir kampa...

Ama başta da dediğim gibi Dünya Gençlik Kampı'nda çocukluğumun belki de en güzel günlerini geçirdim....

Bugün, benim, ben olmamdaki kilometre taşlarımdan biridir Camp Club yada diğer adıyla Dünya Gençlik Kamp Hizmetleri...


Teşekkürler...




Dünya Gençlik Kampı (Vol. 1)

Kampa ilk annemin zoruyla, ağlaya ağlaya "gitmiceeeemmm" nidaları eşiğinde vardığımda sanırım ilkokul 5.sınıfa gidiyordum. Babam bir yandan Çanakkale-Güzelyalı'ya doğru araba kullanırken, bir yandan da anneme "ya bıraksana kızı, gitmek istemiyorsa gitmesin" derken, annem "kesin sesinizi sadece bi gidip bakıcaz ben illaki bırakıcam demiyorum önce bi gidip bakalım" diye bizi susturuyordu.
  Malum biz anaerkil bir aile olduğumuz için  ne kadar vızıldanırsak vızıldanalım  hep annemin dediği oluyordu:)) Dolayısı ile yırtınmam hatta tepinmem boşunaydı. Kendimce, bu bana karnemde gelen zayıf için verilen bir cezaydı. Ne işim vardı  bilmediğim yerde, başka insanlarla birlikte,kamp adı altında??  Hem bizim yazlığımız vardı, orada bir sürü arkadaşım vardı. Ben gidip onlarla oynardım. Niye ille kampa gitmek zorundaydım ki?

Böyle düşüncelerle  yollarda savrula savrula Çanakkale -Güzelyalı'ya geldik. Tabii o zaman, bu kadar yaygın internet olayı yok. (Hatta o zaman internet bile olmayabilir, pek emin değilim.) Dolayısı ile gideceğimiz yer hakkında hiçbir görsel veya yazılı  araştırma yapılmamış, okula gelen kamp yetkililerinden alınan bilgiler annemin aklına yattığı için biz düşmüşüz yollara...

Tarif edilen yerde,  bizim kampa gelmeden hemen önce, Kızılay'ın kampı varmış.Biz de yanlışlıkla oraya girip durumu görünce yine  başladım gitmiceeeeemm diye ağlamaya. Annem de "kızım salak mısın ben sen zaten böyle yere verir miyim bi dur gidelim bakalım" diye yarı tehdit,yarı teselli vari konuşurken bizim kampın (Maaşallah 31 yaşıma geldim ama hala bizim kamp:)) girişine geldik. Sahilde deniz kenarında 4 veya 5 yıldızlı bir otel. konuk odaları 3-4 katlı binalar, ayrıca tek katlı birde sosyal alan binası var... ana binada yönetim ofisi, resepsiyon,yemekhane, oturma ve oyun alanları falan var.

Neyse efendim biz içeri girdik...Benim gözler ağlamaktan davul gibi, babam arabada bekliyor ( dışarı bile çıkmamış düşünün yani:)) Ortalıkta in cin top oynuyor. Buranın sorumlusu kim diye soruştururken gözüm yemekhane salonunda tavana asılan disko topuna çarptı. (bu arada susmuş ve etrafı meraklı gözlerle incelerken bu topun burda ne işi var diye düşünüyordum) Sonra içerden Ubeyd Bey  (Ubeyd Korbey) ile Atilla Bey (Atilla Atalay)  çıktı.  Bizi gayet güzel, güleryüzle karşılayıp, tesisi gezdirip, bilgi verdiler. Ben normal olarak bu kadar keyifli ve sevecen karşılama ile birlikte tesisin de güzelliği karşısında afallamış olarak can alıcı sorumu sordum...
- Peki madem burası kamp niye kimse yok?
Bana verdikleri cevap : Bu gün kampın son günü olduğu için bütün öğrenciler tekne turuna çıktılar ve biz şu anda gördüğün bu salonu  veda partisine hazırlıyoruz. Akşama eğlence olacak,diskomuz var...

Veeeeee ben anında anneme dönüp;  "Tamam ben burda kalıcam" dedim. Annem de " Hayır, şimdi geldik, baktık gideceğiz, sen 1 hafta sonra geleceksin buraya" dedi.
Ama  bir hafta bana o kadar uzun gelmiş olmalı ki "Hayıııırrrr şimdi kalıcam, gelmicem ben" diye söylenmeye başlayınca Atilla Bey, benim yanıma eğilip  "Bûyacım, bu gün bu kampın son günü, sen şimdi annenlerle gideceksin, biz yarın ve öbür gün buraları senin geleceğin kamp için hazırlayacağız. O sırada zaten kimse olmayacak ve sonra siz geleceksiniz "demişti de hiç bir şeyi kaçırmayacağıma ikna olmuştum:)))

Geri dönerken aklım orda kalmıştı, ama, ne önemi vardı ki zaten 1 hafta sonra geri gelecektim...
Tabii okuldaki not istemine göre bütünleme sınavına girmek durumunda kalınca, kamp başladıktan birkaç gün sonra gitmek zorunda kalmıştım:))

Bu hikaye burada hayatta bitmez...O yüzden parça parça anlatmaya karar verdim:)
Bu arada Dünya Gençlik Kampı'nın linki burada. Şimdi  Atilla Bey'in oğlu Erkan görevi devralmış, bu keyifli kamp organizasyonunu başarılı bir şekilde götürüyor.







24 Aralık 2011 Cumartesi

Çocuk büyütmek zor şey kardeşim...


Kafam çok karıştı... Cidden... Her gün yeni bir eğitim sistemi duyuyorum hangisi doğru, hangisi bizim kuzuya iyi gelir hangisi akla mantığa kalbe daha uygun, hangisi daha doğru bir birey yetiştirmeye yardımcı...

Şimdi benim canım oğlum 3 yaşını kasım ayında doldurdu. Ancak biz onu gönderebileceğimiz   hem içimize sinip  hem bütçemize uyan bir anaokulu bulup veremedik. Bütün yuvaların fiyatları zaten aşağı yukarı aynı...Ortalama bu yazıyı yazdığım zamanlarda tam gun için rakamlar 1000TL civarı... (olur da ilerde bu yazım hala duruyor olursa ve malum şartlarda paramızdan yeniden sıfır atılır veya eklenirse diye rakamı şöyle anlatayım; 1000 TL , her yere kolay ulaşımı olan doğru düzgün bir muhitte ortalama bir aylık evin kirası)

Okul fiyatları üç aşağı beş yukarı aynı, ama bazı okullarda, sınıflarda 15 öğrenciye 3 öğretmen var bazısında 10 öğrenciye 1 öğretmen... Bazısı bahçe içinde villa şeklinde süslü püslü, bazısı giriş yoluna çim görünümlü halıfleks sermiş... Sonuçta en önemli şey biricik kuzumuzun anne-babası yanında yokken mutlu ve güvende olacağı, eğlenirken öğreneceği bir yere gözünüz arkada kalmadan bırakmak olmalıdır.

Ki en azından,  bu benim için öyle... Çocuğumu yarış atı gibi o  dershane senin, bu özel hoca benim ,şu sınavdan şu kadar puan alırsan şuraya gidersin gibi saçma sapan yönlendirmeler yapmamayı diliyorum ilerde kendime... Bana göre çocuklar çocuk olmalı, okul derste dinlenerek öğrenilir, yeri gelir kaynatılır, yeri gelir kopya çekilir, yeri gelir deli gibi ders çalışılır ama ne olursa olsun ne kadar çalışılırsa çalışılsın  çocuğun hafta sonları, oyun saatleri çalınmamalı. Okuldan gelince 1 saat ders çalışsa -ki o da zoraki verilen ödevleri yapmak için- bence yeter. Çocuklar daha şimdiden okul çıkışı etüd, hafta sonu dershane, özel hoca derken zaten okul bitince hayata da bitik başlıyorlar. Kazanmış gibi dursalar da ruhları yorgun... O yüzden bence dershaneleri toptan kaldırıp çocukların dersleri derste dinleyip anlamalarını sağlanmalı...


Yuvadan başladım taaaa nerelere uçtum yine:) Neyse; biz dün eşim ve kuzuma Çekmeköy tarafındaki bir anaokuluna gittik. (Yanlış anlaşılmasın çocuğumu kayıt etmek için değil)  Bahçe içinde pembe panjurlu sıradan iki katlı bir ev... Çocuklarını  emanet edebilecekleri anaokullarını beğenmedikleri için veliler toplanıp   kendi yuvalarını kurmuşlar.İçerisi çok sade; yerlerde minderler, sadece ahşap ve el örgülerinden yapılmış oyuncaklar falan var. Hiç öyle evlerimizdeki gibi yok plastikmiş, yok elektronikmiş oyuncaklar yok, televizyon zaten hiç yok. Biz gittiğimizde akşam vakti olduğu için bahçeyi göremedim ama bir de bahçesi var. ve büyük ihtimale yazın çocukların deli gibi koşturdukları bir yer...Duvarlarda çok açık renkli dalgalar var... Tabi mutfaktaki masa ve sandalyeler hep çocuklar için olduğundan insan kendini yedi cücelerin evine misafirliğe gitmiş gibi hissediyor:) Nasıl bir huzur anlatamam.
Bir kere televizyon yok.. (bu benim için cidden önemli bir adım:)) Herşey sade, çocuklara zarar verecek hiçbir obje yok. Ahşap bankların üstünde tahta ve taş parçaları var. oyuncak bebekler mağazalardan alınma değil içi pamukla doldurulup dikilmiş, bez veya örgü bebekler...

Meğer okulda Waldorf Eğitim Sistemi diye bir sistem uygulanıyormuş. ..Siz duydunuz mu bilmiyorum ama ben ilk kez duydum.. Daha önce Montessoriyi duymuştum ama onu da çok detaylı incelememiştim açıkçası. Çünkü bana göre çocuk dediğin  doyasıya oyun oynamalı, oyunla öğrenmeli, hayal dünyasını geliştirmeli -ki hayali olmayanın gerçek hayatta bir hedefi de olmaz bence-kısacası çocuk çocukluğunu yaşamalı...

İşte tam bu noktada Waldorf sistemi de bunu destekliyor. Gerçi, orjinalinde, bu sistemi uygulayan okullar devletten yada herhangi bir sistemden bağımsız olarak çocukları yönlendirme,yada baskı yapmadan  gelişimlerini tamamlanmasına yardımcı oluyor. Dün akşam sorduğumda bana verdikleri cevaptan anladığım kadarıyla; diğer yöntemlerde çocukların eğitimleri hayattaki sınırlarla kuşatıldığı için, büyümeye çalıştıklarında bu sınırlar onları kontrol ediyor, oysa çocuklar özgür bırakıldığında hayatın döngüsü ve enerjisi ile birlikte kendi oto kontrollerini kendileri öğreniyorlar. Keşfederek , hayal güçlerini kullanarak kendilerini daha iyi ifade edebiliyorlar. Örneğin oradaki bez bebeklerin hiçbirinde yüz ifadesi yoktu. Nedeni ise ,çocuklar onlara baktığında kendilerini nasıl hissediyorlarsa o yüzü hayal ediyor olmasıymış. Eğer orada çocuk mutsuzken gülen bir bebek yüzü varsa, o bile çocuğun duygu dünyasını etkileyebiliyormuş. Tabii ben bunları yeni yeni duyduğum için "hadi yaa" şeklinde şaşkınlığımı belirtirken kafamdan bir yerden ya süper aslında diye geçirirken,  diğer taraftan da "Eee bu çocuklar okulda özgür ama okul dışında ne olacak , dengeleri bozulmayacak mı" diye ikilem yaşamadım değil... Hem  aklıma yattı, hem bir sürü soru işareti oluşturdu. Kısacası henüz net değilim.daha okumam, bakmam,araştırmam  lazım...

Çocukların özgür olma fikri güzel ama... O kısmında hem fikirim:))
Eğer ilginizi çektiyse internette waldorf sistemi diye aratın, yada buyrun burdan bakın:

 Waldorf Pedagojisi Temelleri

 ve bu da güzel bir yazı...

Çocukluk Fareye Tıklayarak Geçsin mi?







17 Aralık 2011 Cumartesi

Seni Sevdiğimi Söylemiş miydim Annem?


Aslında biz hiç bir zaman çok iyi anlaşan bir ana-kız olmadık.
Aksine çoğunlukla tartışırız; annem, bu yanlış bunu yapma der, ben illa ki dur bir de ben bakim yanlış mı der, gidip mutlaka yaparım...


Aradan çok zaman geçtiğine göre artık itiraf bile edebilirim:))

Lise yıllarımda Demet'le ilk ehliyet aldığımızda -ve cep telefonları daha yeni çıktığında- biz her hafta sonu Ortaköy'e gidiyoruz diye, Demet'in ablasının arabasını alıp o eski ve bol virajlı  Şile yolunda arabada bangır bangır Ayna'yı dinleyip, her virajdan savrulduğumuzda ciyak ciyak  çığlık atardık. Şile'ye ( yolun sonu sadece Şile'ye çıkıyordu çünkü) varınca meydanda bir tur atıp telefonumuzun çektiği bir noktada bir heyecanla cep telefonlarımızı kontrol edip, acaba aradılar mı diye kontrol ederdik. Yok aranmadıysak, biz onları arayıp  geldik biz Ortaköy'deyiz merak etmeyin derdik. Maksat dönüşte bizi ararlar ve ulaşamazlarsa merak etmesinlerdi. Oysa Ortaköy'e hiç gitmemiştim bile...
O zamanların adrenalin anlayışı,  bizim için Şile yolunda araba kullanmaktı:)))  Şimdi bin tane absürd şeyler çıktı, bizimkiler çok masumane kaldı:))

Çok bilirim annemle kapışıp kendimi sokağa attığım zamanları, kadıncağız gece yarıları sokağın başında beklerdi beni:))) Benden gizli, dikiş makinasının anahtarını, günlüğüme uydurup açıp okurdu... (Sonradan ablam itiraf etmişti) Dedim ya çok didişirdik biz. Arkadaş gibi değil, hep anne-kız olduk biz...
Hani derler ya insan anne - baba olunca anlar ana babasını diye, işte bana da dank diye o zaman indi:)

Bugün annemin doğum günü...Kendimi bildim bileli 18 Aralık'ta kutladığımız  doğum gününü  son 3 yılda 17  Aralık'a çekti:)))
O şimdi İstanbul'dan taaa Akçay'a giden otobüste, tıngır mıngır ilerlerken ben bu satırları yazmaktayım.
Lafı çok da fazla uzatmak istemiyorum çünkü feci halde duygusallaşıp salya sümük moduna bağlanıyor bünyem:))

Sonuçta annecim, ben seni çok seviyorum, ve senin de beni çok sevdiğini biliyorum... 

Kıssadan hisse: İyi ki  doğdun, iyi ki varsın.... Seni çok seviyorum...


Kaşıkçı Elmas'ın...

Bak Burhan Şeşen  sana benden ne söylüyor:))
Seni sevdiğimi söylemiş miydim annem?


 P.s: buna yorum yapıp zırlatma beni tamam mı:))))

Ey Kanal D Duy Sesimi...

Şu aralar kaçırmadan seyrettiğim  az sayıdaki eğlenceli dizilerden bir tanesi olan "Bizim Yenge"'yi, sağ olsun Kanal D'deki arkadaşlar; kafalarına esmiş, demişler ki; şimdi "Keşanlı Ali Destanı"nı yayımlayacağız, zaten "Bizim Yenge"nin seyirci de oturdu , biz bunu saat 22:00'ye alalım. O saate Keşanlı Ali'yi koyalım...
Bizim Yenge

Şimdi ben sormaz mıyım biz burda eşekbaşı mıyız diye? Canınız sıkıldıkça  yayın saati mi değiştirilir? Ayrıca çoluk çocuk cümbür cemaat seyredilebilen nadir dizilerden birini daha geç bir saate iteleyip, daha fragmanında  adamın tekini çığlıklar içinde sırtından bıçaklayıp, hapishanede saçlarını kazıtan bir görüntü ile çocuklarda travma yaratabilecek bir filmi saat 20:00'e koymanın mantığı nedir? Bu dizi de bir tutsun, ona göre ayarlama yaparız mı dediler acaba? Yoksa bu filmin yapımcısı parayı basıp yayın saatini mi aldı? Nedir yani? Kaldı ki reyting zımbırtılarının da buram buram kokularının yayıldığı bu  günlerde ne için bu çaba?  "Keşanlı Ali" öz evlat da "Bizim Yenge"  üvey evlat mı?

Oh bee döktüm içimi rahatladım...şimdi  aslında benim "Keşanlı Ali" ile hiçbir alıp veremediğim yok aslında. Hatta az önce vikipedia'dan baktım. Türk Tiyatrosunun çok önemli  eserlerinden biriymiş. Haldun Dormen yazmış. Eğer okumak isterseniz sizin için linkine de getirdim:)
Keşanlı Ali Destanı

Keşanlı Ali Destanı

Her ne sebeple olursa olsun bir sürü kanal bunları çok yapıyor.
Show Tv'de Bir ara "Deli Sarayı" vardı. Sonraa yine Show Tv'de  keyifle seyrettiğim "Eşref Saati" vardı.

Deli Saraylı


Eşref  Saati




 
Muhteşem bir kadro ile her iki dizi de çok eğlenceliydi. Hoooop bi baktık yayından kaldırdılar.
Özellikle Show Tv bunu çok sık yapıyor. Önceleri canım dizileri geç saatlere alıyor, sonra habersiz ve ansızın diziyi ortadan kaldırıyor. Neymiş reytink'i  yokmuş. Yok canımmm, sen getir o reyting cihazını bizim eve gör bakalım ne reytink'miş, ne değilmiş. Yetti artık  töreli, ensest ilişkili, mafyalı diziler..
Üstelik de yayın mazereti : bunlar bizim ülkemizin gerçekleri, görmezlikten mi gelmeli?

Kardeşim  böyle bir duyarlılık olur mu? Tamam böyle şeyler oluyor, yaşanıyor, hatta gazetelerin ana sayfalarında manşetten kocası tarafından sırtından  bıçaklanan kadını daha gözlerini bile kapayamadan, zerre kadar vicdanında huzursuzluk duymadan yayın yapan gazeteciler de var.Onlara göre normal, kendi kızı bu görüntüyü görüp travma yaşamayacak, aksine şiddete karşı çıkacak ya...

Ama sonra kalkıp da gencecik insanlar birbirlerini bıçaklayıp, testereyle doğrayıp, bavullarda çöp tenekelerine attıklarında kimse şaşırmasın...

Evet, ne yazık ki bunlar, ülkemizde yaşanan acı gerçekler, ve evet, ateş hep en çok düştüğü yeri yakıyor. Ama bunların hiçbiri görsel anlamda gerek tv'de gerek gazetelerde topluma her gün dayatılarak sanki normal şeylermiş gibi piyasaya sürülmesin. Evet dikkat çekilsin ama mağdur kişiye  yüklenmek yerine ona yardım edilip yapılan yardımlar da yazılsın ki insanlar "ulan afferin be adam gibi adamlarmış,sahip çıkmışlar kadına/çocuğa..vs" densin. Yoksa karakolda polislerin dövdüğü kadına sırf  konsomatrismiş diye duydukları için imza toplayıp kendi evlerinden çıkarttıran insan müsveddelerinden ne farkımız olur ki? Kaldı ki dövülen konsomatris olsa ne olacak? O dayağı hak mı edecek??? Ben bu olayı yaşayan bayana çok üzüldüm, bu ülkede işiniz sadece Allah'a kalmış, haaa bi de ensesi kalın dayınız varsa belki bir nebze daha şanslı olabilirsiniz.

Neyse konu Bizim Yenge'den başladı taaa nerelere geldi...
Sonuçta hepsinin varacağı yer aynı; birbirimize saygı duymadığımız müddetçe bizden adam olmaaaazzz.
Buya demişti dersiniz...

15 Aralık 2011 Perşembe

Güneşin Patlaması Bizim Evi Vurdu...

Bu hafta biraz yazmayı boşladım gibi di mi:)
Yok yok hevesimi aldım bitti sanmayın sadece fırsat bulup odaklanamadım o kadar... Aslında çok bi vukuatım yok şu aralar...Tahminimce, galaksimizdeki güneş patlamasından oluşan elektromanyetik dalgalar bu yıl sanırım kurban olarak benim evimdeki bilumum elektronik aletleri hedef aldı:(
Önce internet gitti, tam onu düzeltelim derken ev telefonunda çevir sesi yok oldu. Telekom arızaya her yazdırdığımızda bütün gün evde olunmasına rağmen , sağolsunlar "evde olmadığınızdan arızanıza bakılamamıştır" maili atıp iki günlük kavga sonucu lütfettiler. Tam telefon ve internet düzeldi derken, hooop, üç yıldır duvarda kendi halinde asılı duran televizyonumuz susma hakkını kullandı. Görüntü var ses yok...
Ne hikmetse garanti süremiz bu yılın 7. ayında sona ermiş. Hani hep öyle olur ya garanti biter, cihaz arızalanır. Garanti bitim süresinde bozulmaya mı programlanıyor bu makinalar diye düşünmüyor değil insan....
Neyse ki Vestel müşteri hizmetleri bizi mağdur etmeyip garantiden yaptı televizyonu... yoksa benim adam getirmeyin televizyonu geri , ben teknik servislere güvenmiyorum, bir kere açıldı mı bir daha iflah olmuyor deyip  her gün bana taksitle alacağımız televizyonların bilgilerini gönderiyordu. Hem televizyonumu, hem bütçemi kurtardılar sağolsunlar:))


Herşey bir yana cep telefonsuz kalmak öyle ölümcül falan değil ama televizyonsuz olmak çok acaip. Bi kere evde sürekli bir şey eksik modundayım...Her  ne kadar evde kuzumla tepişerek dolaşsak bile yine de yokluğu farkediliyor. Zaten televizyonumuzun yapılıp gelmesi nerdeyse 5 günü buldu, biz bu 5 günün 3ünde dışarda gezdik:))) Her ne kadar sadece seyrettiğim birkaç dizi ve oğlum için baby tv'ler dışında çok bakmıyorsak da  o televizyon illa açılacak... Salonda olmasam bile yayın yapacak...

Hani derler ya "malın iyisi arıza sonrası serviste anlaşılırmış" diye (buya anasözü:))
 Şimdi sonuç, televizyon kalır, telekom ve internet için  alternatif çözümler bakılır. Arada kaynayan digitürk içinde alternatif Next minix diye bir uydu alıcısı varmış. Hakan söyledi; şöyle bi gözattım sayfasına, acaip birşey, bir kere dekoderi yok, skart girişine takılan bir parçası var sadece, istersen şifre çözücü kart takıyorsun, istersen programları kaydedip daha sonra seyredebiliyorsun,istersen de usb'ye kayıt yapıyorsun falan. Linki burda; http://www.next.com.tr/  ben henüz fırsat bulup araştıramadım aklımın bi köşesine kayıt ettim şimdilik. Siz bakarsanız bana da haber verin olur mu?


 


10 Aralık 2011 Cumartesi

Evimdeki gönüllü yardımcım...

Şimdi önce resimlere bakmadan bi maşallah deyin... hah dediniz mi?  Tamam o zaman, şimdi yazıyı okumaya ve resimlere bakmaya devam edebilirsiniz :))

Bizim evimizdeki minik kuzuyu oyalamanın en güzel yolu su... Millet çocuğuna nasıl banyo yaptırıcam diye düşünürken, biz adamı nasıl sudan uzak tutsak diye düşünüyoruz. Yaz olsa yine iyi, serinliyor da ama kışın çok zor. Hem hava soğuk hem su... Üstelik üst baş sırılsıklam... Geçtiğimiz yaz için oğlumun  küvetini balkona koymuştuk, banyodan balkona uzanacak şekilde bir hortum.. Ohhh, adam neredeyse bütün yazı  balkonda geçirdi...kışın hava çok soğuk dışarı çok çıkmıyor, yazın desen ya 11:00e kadar yada öğleden sonra veya akşam üstü derken çocuk doğal olarak sıkılıyor . Bizde yazın açtık balkonu ona, bütün yaz balkonun keyfini kuzucan sürdü...

Kışın evde ve ben mutfaktaysam  o 19 litrelik damacanayı ittire ittire lavaboya kadar getirip çıkıyor üstüne...3 yaşındaki velet damacanaya tabure muamelesi yapıyor. Hadi onu da geçtim, bir yere ulaşamayınca öyle şeyler bulup getirip tabura niyetine kullanıyor ki hayretle içinde kalıyorum. Bir keresinde lavaboya ulaşmak için  yastığını getirdi yere koydu baktı ki boyu kısa geliyor üstüne oyuncak ayısı... Olmadı hepsini götürdü, minik darbukasının üstüne çıktı, alacağını aldı, indi... bir başka sefer çamaşır sepetini getirip ters çevirdi basamak niyetine:)) "E oğlum ama daha neler..." kelimeleri dolayısıyla bizim evde çok sık geçiyor....
Nasıl bir öğrenme , algılama ve uygulama kapasitesi  var,tam anlayamasam da hayretle seyrediyorum. Daha dün akşam evdeki televizyon bir şekilde bozulmuş. Görüntü var ses yok. Ne yaptıysam çalıştıramadım. Tabii ben bir yandan ofluyorum bir yandan da sürekli " ya uğurcan  niye çalışmıyor ? "diye bozuk plak gibi tekrarlarken ne dese beğenirsiniz? "üzülme annecim, ben varım yanında " ve ben bir an kilitlendim kaldım.. öylece bakakaldım...Sonra bastım kahkahayı ,sarıldım tabii ki oğlum sen varsın, bende hep senin yanında varım" diye...
Ama o küçücük haliyle bu sözleri nerden icap edip söyledi, yada ne zaman duydu da  yerini buldu geldi çaat diye yapıştırdı bilmiyorum...Sonuçta televizyonumuzun sesi olmadığı için (ki bu durum benim gibi bir televizyon bağımlısı için ciddi travmatik bir durum) oğlum  elinden tuttu. "Hadi evimize (yani onun odasına) gidelim" dedi. Oğluşumun odasında  bütün akşam oyun hamurları ile oynadık, hayal gücümüzü geliştirdik. "sen dur gelme" diye beni "evimizde" bırakıp koştura koştura mutfaktaki dolaptan kapıp geldiği cezvelere hamurdan yaptığımız yumurtalarımızı pişirip bana mama yaptı, sonra o hamurlar, önce bir  tısss yani yıyan(yılan) oldu geldi yanacıklarımız öptü - ama zararsız bir yılan - sonra bıyık oldu, birbirimize bıyık yaptık:))  yeri geldi dondurma külahı verdiğimiz bir parça hamura minik minik dondurma topları koyduk falan...
Benim çok uykum gelince doğal olarak su koyuverdim uykum geldi diye (ki saat 22.15 olmuştu) hazırlanıp yatağımıza yattık:))

Ya konu nereden nereye geldi:))) hep böyle başka şey anlatacağım diye başlıyorum sonra taaaaa nerelere gidiyor...
Hemen konu başlığıma geri dönüyorum. Hmm... Su ...Kuzucan ... Hah evet dün akşam televizyonun bozulduğunu keşfetmeden önce bir yandan bulaşık makinasını boşaltıp, mutfağı temizlemeye çalışıyorum bir yandan da tarhana çorbası yapıyorum. (Bu arada değişiklik olsun diye içine yarım kabak rendeledim)  bir baktım benimki ittire ittire damacanayı getirmiş lavaboya kadar çıkmış üstüne  ben"annecim gel bak içeri gidelim, bitti işim" desem de, O "yaydım edicem anne" dedi çıktı yanıma:)  baktım durduramıyorum bari destek olayım alsın hevesini dedim taktım önlüğü üstüne:))) beyimiz önce "anne eldiven lazım" dedi. ki bu tek kullanımlık eldiven paketini yeni keşfetti ya bittik her şeye eldiven istiyor:)) Son kalan eldiveni verdim ve boş kutusunu gösterince (ki cin gibi haa kutuyu göstermezsen oğlum bitti , kalmadı numarasını yemiyor yani) tamam dedi taktı tek eline eldiveni, önce biberon fırçası ile zaten temiz olan biberonunu ve kendi plastik tabağını yıkadı. Bulaşıklığa koydu.( tabii ben asistanı olarak elimde el bezi tezgahtaki suları ara ara siliyorum ki üstü başı ıslanmasın)  Sonra süngeri aldı eline "anne fıs fıs"  (basmalı sıvı sabun  işareti) dedi. Süngerine sıvı sabun bastık:)) Sabunluğu falan yıkadı. Sonunda bitince "hah şimdi oldu" dedi:)) indi aşağıya...

Başkasını bilmiyorum ama benim oğlum mutfakta ve suda çok mutlu oluyor. Tabii birde es kaza babasının uduna ulaşıp çalabildiyse , annesinin telefonunu kapıp "babamın şarkısı"nı dinleyebiliyorsa da çok mutlu... Babamın şarkısı diye diye yol boyu (takriben 2,5 saat) aynı şarkıyı dinletti bana arabada... Babasına hayran bir çocuk...Ben yeter deyip başka kanal açarsam anne kafam ağrıyor numarasına yatacak kadar da cin:)))

Neyse efendim mutfaktaki pek bi sulu resimlerimiz burada, rica edicem maşallah deyiniz, nazar etmeyiniz:))

Sevgiler, Saygılar....

















9 Aralık 2011 Cuma

Aşure Günümüz

Efendiiim,  malumunuz, pek muhterem aşure zamanı geldi çattı...
Ola ki konu komşudan aşure gelmiyorsa,  bendenizin aşure zamanının ne zaman olduğu ile ilgili hiç bir fikri yoktur,  ancak Vikipedia diğer birçok şey gibi bununla ilgili de açıklama yapmayı kendine borç saymıştır:))
 Buyrun okuyun:
http://tr.wikipedia.org/wiki/A%C5%9Fure_G%C3%BCn%C3%BC

Haa, derseniz ki, eğer o kadar ansiklopedik bilginin yanında tadını tarif edebilir mi? Hiç sanmıyorum...

Genellikle benim zayıflamaya niyet ettiğim zamana denk gelmesi bir tesadüf müdür yoksa zayıflamamamı söyleyen  ilahi bir mesaj mıdır  pek bilemesem de sonuçta aşure zamanı başladı. Ben her ne kadar çok zahmetli olduğu için  yapmayı hiç denemesem de sevgili eşim  geçtiğim yıllardan birinde üşenmeyip 41 çeşit malzeme katarak bir aşure yapmış, ve bizim Aynur Sultan'ımızdan "ben 40 yıllık aşçıyım, böyle aşure yapmadım" iltifatıyla karşılayıp göğsünü gere gere gezmiştir:)) Şimdi aşure yapmak için illaki koca koca kazanlar talep ettiğinden bir sonraki aşure olayımızı kısmetse Topkapı Sarayının mutfağındaki kazanlarda yapmayı planlıyoruz:)))

Topkapı sarayının mutfağından çıkıp bizim ofise dönersek; Akgül ablanın aşuresi de pek güzel olduğu için  kendisi sadece bizleri düşünerek hiçbir tehdit ve baskı altında kalmadan gönüllü olarak ofisimize gelerek biz kuzucuklara aşure pişirmiştir...

Meğer aşure pişirilirken dua okunurmuş, daha bereketli olsun diye... Bizim ofisteki kızlar doluşmuşlar mutfağa, haldır haldı kim ne dua biliyorsa okuyor:))) Tabii ben de hemen bi el attım..Aaaaa ama önce tencere maceramızı anlatmam lazım size; Türkan abla (Akgül ablanın kızcağizi:)) dünden, annesinin talimatları gereği fasulye, nohut falan ıslattı.Aşurenin diğer malzemeleri bu sabah marketten alındı, Akgül hanım haşlanmış yarmayı(buğdayı) zaten gelirken getirmişti ki bir de ne görelim... Ofisteki tencereler aşure için yeterli büyüklükte değilmiş.. Eyvaaaaah...
Hemen mahalledeki komşulara haber salındı, karşıdaki pastaneden tencere var haberi gelince  Türkan abla koştur koştur almaya gitti. Tabii o hemen geri gelmeyince ne oluyor diye bende pencereye koştum..Türkan abla pastaneden bu olmamış, küçük diye işaret ediyor. Şantiyemizin köşesindeki çiçekçi can hıraş bir şeklide bizim için büyüüüük boy bir tencere -daha doğrusu kazan- araştırıyor. Sonunda, sokağın köşesindeki mezeciden 2 saatliğine ödünç alınan koca bir kazan bulundu da rahata erdik:))))



Akgül Sultan  aşuresini doya doya kaynattı, pişirdi:)
Bende çorba da  illaki tuzum bulunsun diye(olmazsam olmazım ya) süslemesine yardım ettim.




Sonuçta ortaya bir sürü konu komşuya dağıtılan süslü püslü aşureler çıktı:)) Hepimiz afiyetle yedik. 
Şimdi, eğer kalırsa, ikinci tura dönmeyi bekliyoruz:)))

Aslında böyle uzaktan baktığında ve sadece 2 saatte piştiğini görünce acaba denesem mi diye aklımdan geçmedi değil...
Gerçi geçen gün çok canım çektiğinde aldım bir paket  Dr.Oetker'in aşuresini. (onun aşuresi bana göre biraz fazla tatlı oluyor)  yaptım.4 kase çıktı doya doya yedik. Eşim eve gelince nerden çıktı aşure dedi bende Dr.Oetker sağolsun dedim:)) >Ama en bombası Dr. dedim diye "doktoy Afşin mi" diyen oğlum oldu:))) 

Ps: Afşin : Oğlumun Özel Göztepe Hastanesi'ndeki doktoru Afşin Ünver. Süper bir doktor , ilgili,sevecen, muzır, ve rahat bir doktor... Biz ailecek tavsiye ederiz:)


8 Aralık 2011 Perşembe

Ama anne, küçücük...

Şimdi kış geldi ya, bizim apartmanın bahçesinde dolanan kediler apartmanın içine girmeye başlarlar...
Hepsi değil ama özellikle bir tanesi çok acayip. Apartmana birisini  girerken görsün usulca ayaklarının arasından geçip kendini apartmanın içine atıyor. Sonra, kendisini, muhtelif katlarda daire paspaslarının üstünde görebiliyorsunuz:)
Çok olmuştur biz tam dışarı çıkmak üzereyken paspasın üstünde onu görüp, basmamak için cebelleştiğimiz...
İnsan kıyamıyor da, hava soğuk, aç mı, susuz mu acaba diye kapıya bir kap yiyecek koyuyorsun ondan sonra yerleşiyor paspasa :))

Tabii bizim evdeki küçük adam es kaza kapıyı açıp kediyi gördü mü seyreyleyin şamatayı...
Daha dün akşam, arkadaşının  gelmesini beklerken, sürekli aa geldiler mi diye kapıya koşuyordu, bir de baktı ki kedicik karşı dairenin paspasına kurulmuş...

Bizimkisi kediyi görünce koştur koştur "Anneee acıkmış, bak ama küçücük" diyor:) Avuçlarını da açıp birleştirmiş minnacık işareti yapıyor:) Sanırsınız yeni doğmuş minnacık bir yavru kedi, yok vallahi  koskoca kedi ama  benim oğlumun gözüne pek bir küçük geldi sanırım:)

Tabii çocuğu hayvanlardan soğutmamak, sorumlu davranıp örnek olmak lazım diye hemen bir kaba (işte yoğurt kaplarının faydası burda ortaya çıkıyor)  süt koyup kapının önüne bıraktık.
Kedicik içti, bizimki seyretti...

Bir ara bi baktım benim oğlan süt kutusunu tezgahtan aşırmış kucağında taşıyor. Neymiş kedinin sütü biterseymiş kendisi verecekmiş :)))



Kedi içeri girmesin , bizimki dışarı çıkmasın diye bayaa bir uğraş verdim dün akşam..
Baktım kedicik bizim eve girmeye pek niyetli, mecbur kapadım kapıyı, ama bizim kuzu artık kapıyı açmayı öğrendiği için sürekli açıp bakıyor:)) Sonunda oyalayacak başka bir şey buldu da kurtulduk:))

Çekemedim ama yukardaki resmin bir sonraki versiyonunda kedi süt içerken bizimki kapı önündeki taşa boylu boyunca yüzükoyun yatmış, onu seyrediyordu : D

Çok alem bu çocuklar çoookk... Acaba bizde mi böyleydik?

6 Aralık 2011 Salı

Yılbaşı Ruhu

Yılbaşılarını oldum olası çok sevmişimdir...
Çocukluğumdan beri her sene yılbaşı geldiğinde sanki yeni yıl ile birlikte herşey yenilenecekmiş gibi gelir bana.. Hem çok severim ve hem de heyecanlanırım yılbaşında ben... Hani, vardır ya yılbaşı ruhu diye birşey...Gerçek ya da değil ama bende olduğu kesin(:
        Son 3 yıldır evde minik bir bebek olmasından ötürü - malum bir sürü incik cincik süs, ya yutarsa ya ağaç üstüne devrilirse  diye- bir türlü kuramamıştım. Kısmet bu seneye nasip oldu.
      Artık 3 yaşını dolduran oğlumla bir akşam birlikte kurduk bu yılki çam ağacımızı...Aslında genelde evimin balkonunda baktığım,  saksıda bir çam ağacım var ama onlar yapayları kadar kocaman olmadığı için eşimin bana hediye aldığı çamı yıllardır kullanıyorum. En son kurduğumuzda çam ağacının ayağı pek bir yalpaladığından, eşim, bir ağaç küpünün içini oyup ayak  yapmıştı... Ama bu sene o ayağı da nereye kaldırdığımızı bulamadığım için  (ve illa ki ağacı hemen o an kurmak istediğim için aramaya uğraşamadığımdan)  balkonda bulunan boş damacanalardan birine sapladım çam ağacını.. Damacanayı da ikea'dan sırf desenini çok beğendiğim için aldığım bir örtüyle halletim :)) Gördüğünüz gibi  çok yaratıcı bir aileyizdir ayıptır söylemesi:)


Uğurcan ağacı süsleme işine ve ışıkların yanıp sönme olayından çok hoşlandı:)















Şu an için en büyük keyfimiz akşamları ışıkları kapatıp sadece yılbaşı ağacının ışıklarıyla oturmak(:
O nasıl bir huzurdur var yaaaa
Hele bir de televizyonlarda çocuklar için yeni yıl filmi varsa ve dışarda lapa lapa kar yağıyorsa....


Yılbaşı ruhu başka birşeydir işte...

Hiç de bazılarını dediği gibi "Amaaaan amma abartıyorsunuz,  ne olacak ki sadece bir gece, ertesi gün yine herşey aynı "  değil işte....


Aaaa  bu arada Şili'de yaşayan bir arkadaşım (Alberto Soto) bu tür çiçek ve organizasyon düzenleme işine girmiş.  Hele ki yılbaşı ağaçları şahane...  Fikir almak isterseniz işte adres:

http://www.albertosotodesigns.blogspot.com/



Yok Böyle Bir Pide...

Arada bazen Pazar günleri  Ümraniye tepe üstündeki  Meşhur Lider Pide'ye kahvaltıya gideriz. Şimdi  içinizden bazıları ıyyy sabah sabah pide mi yenirmiş diyecek...Lakin bende  Lider'e gitmeden önce bunu diyenlerden biriydim. İnsan evlendikten sonra damak zevki çok değişiyormuş, evlendikten sonra demeyelim de boğazına çok düşkün bir boğa burcuyla birlikte olunca diyelim:) Hem yemeyi hem yedirmeyi çok seven bu burcun  özelliklerini taşıyan eşim sayesinde bende "ya üff ne pidesi sabah sabah" diye diye gitmiştim evvel zaman bu pideciye(:
Amma ve lakin yok böyle bir pide ... Gel zaman git aman alışkanlık yapıyor... inanılmaz lezzetli, inanmanız için mutlaka yemeniz gerekiyor yani... hele birde üstünde tereyağı ile geliyor ki...off offf
Tatmak isteyenler için adres www.liderpide.com
Baştan söyleyeyim genelde çok kalabalık oluyor ancak tepeüstündeki ikinci şubeleri daha sakin oluyor....


28 Kasım 2011 Pazartesi

Siz hiç sevdiğiniz bir yazarla tanıştınız mı?

Ben tanıştım (: Üstelik de çok sevdim..
Genellikle her nereye olursa olsun (Gazete haberine , köşe yazısına..vs) yorum yapan insanlar bana çok tuhaf gelmiştir. Sonuçta o yazı yazılmış yada o haber yapılmıştır. Senin yaptığın yorum sadece kendini tatmin etmekten başka bir şey değil sonuçta onu yazan kişi yazdıktan sonra nasıl olsa dönüp bakmıyor sadece okunma oranına bakıp geçiyordur diye düşünürdüm.
Açıkçası hâlâ da öyle düşünüyorum ama sadece bir kişi hariç...

Onun ilk yazısıyla tanıştığımda;  doğum sonrası iznimin üstüne almış olduğum 3 aylık (toplamda 6 aylık) iznimin bitiminden sonra evde bıraktığım bebeğimin  kokusu burnumda, mutsuz mutsuz işe geldiğim bir gündü... Kimden geldiğini  hatırlamadığım bir mail vardı posta kutumda. Hani sıkça internette gezen, birini önemsediğini söylemek için iki satır yazmak yerine, herkesin birbirine gönderip durduğu güzel hikayelerin, özlü sözlerin birbirine "forward" edildiği klasik maillerden biri diye düşünmüştüm. Her zamanki gibi belki anlık da olsa tatlı bir his bırakır düşüncesiyle açtım okudum.  Hangi yazısı olduğunu şu an hatırlamıyorum ama tek hatırladığım okuduktan sonra kahkahalarla güldüğüm  ve gülerken kendimi bulduğumdu.
Uzunca bir zamandır bu kadar içten kahkaha atmadığımı ve aslında bunu ne kadar çok özlediğimi şaşkınlıkla fark ettim... Unuttuğun bir şeyi hatırlamak,  ne  kadar özlediğini fark edip burnunun direğinin sızlaması gibiydi.

O kadar sorumluluk yüklemiştim ki kendime, attığım kahkahalarla sanki yükler teker teker kalkıyordu üstümden...

Kimdi acaba beni bu kadar güldüren, bana beni yeniden hatırlatan?

 Gazeteci-Yazar Mehtap Erel....

 Hemen Google'a arattım. Bir sürü sayfa çıktı karşıma,o zaman  Hürriyet Aile'de  her Salı yayımlanan yazılarını gördüm, daha önce de Newsweek Türkiye'de yazmıştı, iki tane kitabı vardı...
Ben bunca zamandır neredeymişim diye düşünüp başladım teker teker okumaya... Hepsi inanılmazdı, komikti, şahaneydi, hem tarzını hem kendisini çok sevmiştim. Tanışmamıştık belki ama sanki çok yakından tanıyor gibiydim.Yazılarının dışında daha da enteresan olan, okurlarının yaptığı yorumlara verdiği yanıtlardı.

Aman Allah'ım hiçbirini es geçmiyor, üşenmiyor, hepsine teker teker cevap yazıyordu.
Okuru O'na bayılıyordu, O okuruna...İnanılmaz bir diyalog vardı aralarında...

Mehtap Erel okumaya başladığınızda kolay kolay bırakamıyorsunuz...
İşin aslı, O'nu okumaya başlayınca, aslında, yanındakilerin de onun gibi samimi ve içten olduğunu düşünüp benim gibi aldanabilir  ve kanabilirisiniz. Ya da benden daha zekiyseniz,  kimsenin hayatının mükemmel olmadığını bilecek olgunluktaysanız daha kolay bu rüyadan uyanıp gerçeği farkedebilirsiniz.... Her neyse o kısımları boşverelim ne benim yazmama ne de sizin okumanıza değer aslında(:
Nerde kalmıştık haa evet Mehtap Erel ve okur diyalogları:))
O'nu okumanın en güzel yanlarından biri, kendim oturup yorum yazmasam bile, yazılan yorumlara verdiği cevapları merak ettiğim için dönüp dolaşıp yine yazılarına geliyordum, yorumlara yazdığı cevaplarda bile yeri geldiği zaman bir laf çakma, yada bir fırlamalık yapma durumu vardı (:
Gel zaman git zaman müptelası oldum. (evet bende bağımlılık yarattı) 

Bir sabah iş yerimdeyken Defne Joy Foster'ın vefat ettiğini duyduğumda gözümden akan yaşlar, arkasında bıraktığı dünyalar güzeli oğlu içindi. Defne'yi bende çoğu insan gibi sadece ekrandan tanıyor ve seviyordum . Ne yaptığı, nasıl yaşadığı benim için önemli değildi çünkü bence son derece doğru düzgün bir kadındı, üstelik yeni doğum yapmış taptaze bir anneydi...

Bir süre sonra Mehtap Erel'in kalemi, Defne'nin biricik oğlu için yazmaya başladı...
Ama o yazı aslında Can Kılıç için değil aslında annesiz kalan bütün bebekler içindi bana göre ... İlk okuduğumda gözyaşlarım sel olmuş, hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Hâlâ da ara ara dönüp okurum ilk bir kaç paragrafı çünkü  devamı duygu dünyamı altüst ediyor, insan anne olunca daha bir hassaslaşıp gördüğü, okuduğu her olayı kendi evladı ile özdeşleştirip psikopata bağlayabiliyormuş meğerse. (anne olunca öğrendim:)
Tabii bazı densiz ve dengesiz kişiler yazının amacını unutup kendi çöplüklerinde abuk sabuk  yorumlar yapmaktan geri kalmadı o ayrı:(

Bu arada Defne Joy'un oğlu için yazıdığı yazıyı aşağıdaki linke tıklayarak okuyabilirsiniz:

http://www.anneboyutu.com/mehtap-erel?defne-joy-fosterin-oglu-cana-mektup&ArtId=2624


Bir müddet sonra  yine bir Salı günü bilgisayarın başında Mehtap Erel'in yeni yazısını bekliyorum... bekliyorum... tık yok sitede.. dönüp eski yazılarına bakıyorum falan.
Tabii bu ana kadar  tüm cesaretimi toplayıp bir yazısına yorum yapmış ve ardından gelen "teşekkürler , çok öpüyorum aşkım" cevabını almışım:)
Sitede Mehtap'ın yeni yazısı geleceğine, geçtiği yerler, eski yazıları teker teker silinmeye başlıyor...
Aman Allah'ı teknik bir arıza mı var  acaba? Yoksa... yoksa... birşey mi oldu? son zamanlarda zaten sıkıntılı yazıyordu.. Off ya ne oldu acaba derken, sitede buldum iletişim numarasını, aradım . Tek kelimeyle "ayrıldı" dediler.
- Nasıl yani neden?
-.... (cevap yok)
Yavaş yavaş ellerim soğumaya , kalbime doğru bir sancı girmeye başladı . Hani bazen durduk yere içinize bir sıkıntı gelir çöreklenir ya, hani kötü birşey olacakmış gibi yere göğe sığamazsınız ya öyle oldum bende . İkinci gün dayanamadım facebookta buldum kendisini.. Ama acaba rahatsız eder miyim diye çekinerek " siteden ayrılmışsınız ama  ben sizi çok merak ettim son zamanlarda sıkıntılı yazıyordunuz , iyi misiniz? rahatsız ettiysem özür dilerim " yazdım gönderdim.
Ya aynı gün ya da ertesi gün ışık hızıyla cevap geldi "Olur mu hiç aşkım , hoşgeldin  iyi ki geldin"

Çekine çekine gittiğim kapıda kollarını açarak karşılamıştı beni...
Oysaki hiç tanışmamıştık, konuşmamıştık:))yani ben onu tanıyordum ama o beni hiç tanımıyordu...

Üstelik ayrılma sebebi sırf okurlar arasında yapılan ayrımcılığa karşı durması, okurunu koruması ve kollamasıydı.... Bir kez daha hayran kaldım, çok sevdim, çok sevindim... Gerçekten vardı yani böyle insanlar..

Sonra  arkadaş olduk, kaynaştık, yeri geldi dertleştik. Üstelik sadece O'nunla da değil aynı zamanda onun birbirinden güzel okurlarıyla da... Şimdi hepimiz Mehtap Erel'in editörlüğünü yaptığı, gecesini gündüzüne katıp oluşturuğu Anne Boyutu'ndayız... Sizde gelmek isterseniz memnuniyetle bekleriz (:
İşte adresimiz : http://www.anneboyutu.com/anasayfa

.

26 Kasım 2011 Cumartesi

Levon'un muhteşem çayı



Şu anda bulunduğum şantiyeye geçmeden önce merkez üssümüz olan otel binasındaki ofisimizde çalışırken, Cumartesi günleride tam gün çalışacak olmamızın üzüntüsü içerisindeyken ve  zaten artık haftasonu olduğu için işi sermeye meyilli olduğumuz bir gün tesadüfen gördük o kafeyi..Önce hadi bi bakalım nasıl bir yermiş dedik, daha sonra  hemen her cumartesi uğradığımız kaçamak yerimiz oldu Levon Cafe... İlknur'la "amaaan bugun zaten Cumartesi  herkes nasıl olsa öğlene kadar ofiste, biz yine tam gün çalışıyoruz dolayısıyla yarım saat geç gitsek hiçbirşey olmaz" diye birbirimizi gaza getirip koştur koştur bahçesinde eğer kış ise titreye titreye, yaz ise (ohhhh) yayıla yayıla oturduğumuz bir mekan...
Ve bir çayları var ki amanınnn...içine her ne aroması koyuyorlarsa -ki defalarca sormamıza rağmen ısrara söylemiyorlar- içmeye doyum olmuyor. Belki de bizim zamanımız çok kısıtlı olduğu için doyamıyoruz bilmiyorum ama bence sabahın erken saatlerinde bahçesinde muhteşem simit sandwichleri ve bir fincan çay  inanilmaz keyifli... Elemanları güleryüzlü, servis güzel... Her ne kadar artık İlknur'la aynı ofiste olmadığımız için (o merkez üssünde kaldı, ben şantiyeye sevk edildim:)) eskisi gibi gidemesek de arada bir otelde işimiz var adı altında okul kıran çocuklar gibi işi kırdığımız oluyor. E olsun artık o kadar da değil mi?  Sonuçta kırk yılda bir:))
Ahh bu arada eğer yakınlarındaysanız tavsiye ederim  http://www.levonpatisserie.com/  
Ama lütfen Cumartesi sabahlarını kalabalıklaştırmayın olur mu? :))

İnşaat Temizliği

Yedi senede 5 ev değiştirmiş biri olarak, çok şükür ki şu an oturduğumuz evde 3 yıldır bir sorun yaşamadan oturmaktayız.Allah herkese bizim gibi kiracı versin ne diyeyim...Zamanında kirasını , aidatını ödeyen,eve borç takmayan, aman duvarı zarar görmesin diye bir çivi bile çakmayan falan... (gerçi bana kalsa çoktan çakmıştım da, eşim izin vermiyor:))  Velhasılkelam kiracılık zor ama sanırım lanet bir kiracıyla uğraşmak da ev sahibi açısından zor olsa gerek. Ama bizim ev sahibimiz sağolsun ne biz onu üzeriz ne de o bizi...Lakin bulunduğumuz apartmandaki birkaç tane pek muhterem daire sahibinin itirazı ile bir türlü yapılamayan dış cephe mantolaması, bu senede aynı itirazlar ile yapılamayınca bizden isyan bayrağı kalkmış ve "ama yatak odasının duvarı akıyor" şeklindeki diyaloğumuz, sevgili ev sahibimizin "siz yaptırın ben öderim" (ki cidden bunu söyleyen ev sahibi bulmak bu devirde mucize gibi) demesi sonucunda geçen hafta başlayan, içeriden mantolama işlemi bugün itibarı ile bitmiş durumda. Tabii evin hali bilumum toz ve alçı ile sıvanmış, bütün alanlar zapt edilmiş ve bütün odalarına girilmiş durumda. Sadece dış cepheye bakan duvarlarda mantolama yapılmış olsa bile ortalık savaş alanı gibi.  Ama bu durumdan en çok memnun olan bizim evin minik kuzusu:) Bütün gün ustalara yardım edip ortalığı süpüren, elinde metre ile ölçü alan bir usta oldu çıktı:) Tabii babamız bu duruma benim böyle uzaktan baktığım gibi sevimli bakamıyor olsa da en azından şahane pozlar yakalamış:)) hem ustalar hem çocukla uğraşmak zor...Yine de dediğim gibi bu işten en eğlenceli çıkan bizim minyatür adam:))
 











Dakika bir, gol bir

Siteyi yaptım bence güzel oldu ama yine de fikrini almak için bizim ofisteki mimar arkadaşa gösterdim.Lakin kendilerinin duruşunu, olaylara bakış açısını çok sever ve taktir ederim. Gerçi kendisi, onu oğlumu sever gibi sevip mıncıkladığımı iddia etse de (ki doğrudur,evdeki minik kuzumu özlediğimde gidip Büş'ümü sıkıştırırım:) halinden şikayetçi olduğu pek söylenemez:) Büş'üm yada ben ofiste darlandıkça gidip birbirimize sarılıp pozitif enerji veriyoruz:))  Böylelikle bize göre negatif enerjiler pozitife dönüşüyor : D
Bunu nerden çıkardık bilmiyorum ama işin aslı çok eğleniyoruz...Öğle yemeğinden sonra türk kahvesini kim yapacak tartişmaları ve bunun sonucunda genellikle Süleyman Bey'e patlayan  e kahveyi biz yapıyoruz çikolatayı da siz alın" baskısı ile aldırılan enfes beleş çikolata:)))
Şaka bir yana cidden zaman zaman zor olsak da genelde eğlenceli bir ekibiz biz...Arada ayrık otları çıksa da itinayla bertaraf ediliyor:))

Aman Dikkat...

Olur da bir gun benim gibi bir blog açmaya heves ederseniz ve bunu ilk gün başarıp, aa  süpermiş,  hemencecik yaptım oldu falan diye gaza gelip sakın şaak diye siteyi kapatmayın. Siz siz olun adres linkinde yazan site adresini bir yere not edin:) Yoksa benim gibi tırım tırım aranırsınız adı neydi, nereye kaydetmiştim falan diye:))) Siteyi yaptığımı düşünüp sayfayı kapatmamın 3. dakikasında  "ay bi bakayım nasıl olmuş" diye google'a sorup cevap alamayınca paniklemiş biri olarak bu sabah aynı denemeyi tekrar yaptım ve gördüm ki google tarafından kabul görmüşüm:)))  Sanırım sistem ancak bir gün sonra bünyesine kabul ediyor...

25 Kasım 2011 Cuma

Yaptım Oldu :)

Galiba gerçekten oldu..
Önce dedim ki herkesin bir blogu var neden benim yok, sonra amaaaan kim uğraşacak , internette kim kime dum duma, bi silinse herşey kaybolur boşver dedim... Ama galiba bunları uzun zaman önce düşünmüş olmalıyım ki bugün durduk yerde bi deneyelim dedim veee işte oldu:)) çok zor birşey değilmiş meğerse.Blog yazmak, oluşturmakla ilgili hiçbir fikri olmayan ben bile blog açtım.  Sadece google'a "blog nasıl oluşturulur" yazmak yeterli oldu:) üstelik eğenceli rengarenk görünümler var. Şu anda gördüğünüz desen ve renkler bugunkü ruh halimi gayet iyi yansıttığı için bir müddet  gider diye ümit ediyorum.Vardır bende böyle renk ve düzen karmaşası.. Haftada bir  evin şeklini değiştiren biri olarak uzun süre kesinlikle aynı düzende ya da renkte yaşayamıyorum.. Annem bende kurt olduğunu, eşimse  hiç dinlenmeyi beceremediğimden rahat battığını  iddia etse de, aslında sürekli "ya ben bunu böyle yaptım ama acaba şöyle olsa nasıl olur" diye gezen soru işaretleri var kafamda :)) yani demem o ki buyuk ihtimale ben bu blogun arka planını, rengini, yazı karakterini sık sık değiştiririm o yuzden bir kere gördüğünüz arka planı, renkleri tekrar geldiğinizde görme ihtimaliniz düşük gibi:)  Sonuçta  bu da benim ilk yazım ve evet açıkçası sabırsızlanıyorum ekranda nasıl görünecek diye. Haaa hiç  öyle yazar olayım millet beni okusun gibi bir  merakım yok sadece kağıda yazmaktansa klavyeye yazmak daha kolay geldi...Burası hem rengarenk  hem temize çekme derdi de yok:)