22 Haziran 2012 Cuma

Taşınıyorum....

İlk göz ağrım olarak  açtığım bu blogun hemen arkasından birde kelimeperisi olarak wordpress'te bi blog açmıştım. İlk başlarda blogspot'ta yazmak daha kolay gelse de, nedense ben wordpress'te daha rahat yazdığımı farkettim. O yüzden ara ara buraya da  oradaki yazılarımı aktaracak olsam da günlüğüme kelimeperisi üzerinden devam edeceğim...Sizleri de beklerim:)


31 Mayıs 2012 Perşembe

Katmer Tatlısı...


Gündemin  yine sürekli can sıkıcı bir şekilde  değiştiği bu günlere inat benden size güzel bir katmer tatlısı tarifi gelsin...

Malzemeler:

2 yufka (bir yufkada olur, kaç kişi yiyeceğine bağlı, biz 3 büyük 1 çocuk yedik)
2 pk. kaymak (manda kaymağı sanırım hani şu marketlerde günlük satılanlardan)
3 pk. toz şeklinde antep fıstığı (marketlerde baharat reyonlaronda var. Minik paketler halinde)
birazcık toz şeker
kızartmak için, teflon tavayı azıcık yağlamak için gereken miktar:)

Tarifi:

Aslında çok basit... Yufkayı bütün olarak masaya açarsınız, kaymağı yufkaya parça parça koyarsınız.(biz tatlı kaşığı ile top top koyduk, yufkaya yaymaya çalışırsanız yufka yırtılabiliyor )

Üzerine toz antep fıstıklarını serpiştirip, göz kararı toz şekeri de ( 3 - 4 kaşık gibi) serptiniz mi geriye yufkayı katlayıp pişirmek kalıyor.

Yufkanın 4 kenarını ortası kare şeklini alacak gibi katlayın,ortaya çıkan kareyi de  mektup  zarfı şeklinde kıvırıp uçlarını (sadece yapışması için) azıcık suyla ıslatıp hafif yağladığınız teflon tavada önlü arkalı pişirin.

Yapımı çooook kolay, çok kısa sürede oluyor, vakit almıyor. Üstelik kaymak ve antep fıstığının enfes lezzeti damağınızda kalıyor...Haa bu arada mümkünse ılıkken yiyin, daha güzel tadına varıyorsunuz.
1 ad. yufkadan bu büyüklükte katmer tatlısı çıkıyor...

Ben bu tatlıyı ilk defa Eminönü'ndeki Hamdi Restoran'da yedim.Karşıya geçtiğimiz bir gün eşim katmer tatlısı yiyelim deyince bildiğimiz hamur işi olan Katmer'in bir çeşit şerbetli hali falan diye canlandırmıştım kafamda... Ama öyle değilmiş tabii. Birkaç yerde daha yedim sonra bu tatlıyı ama açıkçası Hamdi Restoran'dan daha güzel yapana rastlamadım. Sırf bu iş için özel ustası varmış Hamdi'nin...Birde onların ki baklava yufkası gibi, incecik açıyorlar ve sanırım taşfırında pişiyor... Bizimki biraz çakması ama nefsimizi körlüyor...

Tavsiye ederim yani... Hadi bakalım canınız çekerse sizde deneyin

Afiyet olsun....

26 Mayıs 2012 Cumartesi

Anne yemek huysuzu olursa çocuk nasıl yesin?


Ben çocukken yeme konusu ile ilgili  çok huysuz bir çocuktum.

Annemler az çekmemiştir benim yeme problemim yüzünden. Eğer ki bir şeyin kokusunu, görüntüsünü beğenmiyorsan asla ve asla tadına bile bakmam.

Çocukken o kadar zayıf ve iştahsızmışım ki annem bana “Afrikalı çocuklar gibi bir deri bir kemiktin. Sırf sana yemek yedirebilmek için mahallenin çocuklarını eve toplardım ki belki onları yemek yerken görürsen senin de canın çeker yersin” derdi.

İşe yarar mıydı ... pek sanmıyorum...çünkü biraz daha büyüyüp okula gittiğim zamanlarda, annem, iştah şurubumu da çantama koyup öğretmenime yollarmış, okulda bana içirsin diye.... Hatta bazen karnım acıkıp canım yemek istemediğinde anne beni iğne yaptırmaya götür diye ağlamışım bir sefer... Tabii bu kısmını annem anlatıyor ama dispansere gidip iğne yediğimi(kan iğneleri oluyordum)  hayal meyal hatırlıyorum.    Çocukluğumdan beri hastaneler sevmediğim yada korktuğum yerler olmadı benim hiç...
Çok şükür ağrı eşiğimde çok yüksekti, çoğu zaman son dakikaya kadar bekleyip ondan sonra şuyum var buyum var diye doktora gittiğim için, doktorlardan  "niye bu kadar beklediniz getirmek için" diye fırça yemişliğimiz de çoktur:)

Çocukken yemek  seçiciliğimin nedenlerini yukarda bahsettim koku, görüntü..vs.

Örneğin yumurta ve süt asla içmezdim. Neden derseniz, bana göre ikisi de kokuyordu. Ama misli ile yoğurt ve peynir tükettim, hala da tüketirim.

Benim bir türlü sevemediğim süt ve yumurta ikilisi ben hamile kaldıktan sonra  benden çok fena intikam aldı. Hamileyken o kadar çok yumurta ve süt tükettim ki... Neredeyse kahvaltıda en az 3 yumurta yiyordum ve her aksam guzel bir kek dilimi eşliğinde 9 ay boyunca süt içtim... (Hem de severek) O günden sonra süt ve yumurta ile barıştık.

Çocukken ayrıca domates'i de hiç sevmezdim. İkiye bölündüğünde, içinden çekirdeklerinin çıktığı sıvı kısım midemi bulandırırdı. Ne zaman ki yazlıkta annem domatesleri bahçede yetiştirmeye başladı , dalından  mis gibi kopardım. O zaman yedim.

Pilav yapılıyorsa mutlaka pirinç pilavı (benim tabirimle cici pilav) olmak zorundaydı. Diğer bulgur pilavı  nedense (kesinlikle aşağılamak için söylemiyorum  sadece çocukken bana öyle geliyordu )  köylü pilavıydı benim için. Hem görünüşünü hem kokusunu hem de içindeki soğan... vs.'i  hiç sevmezdim. Bulgur pilavını da, evlendikten sonra  eşim yaptığında sevmiştim.  Şimdi çok keyifle yaptığım ve yediğim bir pilav oldu.  Üstelik artık sağlık nedeniyle pirinç pilavında daha çok pişiyor bizim evde.

Bugünki tabiri ile "organik",  eskilerin deyimi  ile mis gibi süt kokan terağı da benim asla ve asla yemediğim bir lezzetti. Bir kere sütten yapılıyordu, rengi sarıydı... Herkes tereyağı yerken ben ekmeğe margarin sürerdim.  (Evet o kadar kıl'dım:)

Yine evliliğimizin ilk günlerinden birinde  eşim marketin reyonundan bir kalıp Trabzon tereyağı aldı. Ben tabii şok... O zaman Boğa burcunun  ne kadar gırtlağına düşkün olduğundan haberim yok. Tabii o da benim yemek konusunda ne kadar uyuz olduğumu bilmiyor. (Ve hayır biz görücü usulü evlenmedik:)  Ben klasik itiraz modunda "ne yapacağız o kadar tereyağını, az al bari" diye vızıldanıyorum  ama tabii vızıldandığımla kalıyorum.

Neyse efendim, eve geldik poşetleri boşaltırken eşim hemen bir dilim ekmeğe tereyağını sürdü tıktı ağzıma. ( Burda bi açıklama: boğa burcu ile evleniyorsanız dikkat edin, kesinlikle bizim gibi çöp mideli değiller. Dolayısı ile adam gibi yiyecek birşey bulmazsa hayatta yemez ve yedirmez) Biz tabii dışarıda koştur koştur  dilimiz bir karış eve geldiğimiz için karnımız zil çalıyordu.

Ve o tereyağı (bir de tuzlu bir tereyağı idi) .... Offf diyorum daha da birşey demiyorum.  Bende ki bütün önyargıları kırdı diyebilirim. Ve ayıptır söylemesi nerdeyse geri kalan tereyağını tek başıma yedim. Koy tazecik ekmeğin arasına ye..  o kadar yani...

Hmm bakalım başka ne varmış... hah evet kaymak..  Bir de kaymak olayımız var. Ama bak bu konuda çok da fazla değiştiğimi söyleyemem. Artık sadece marketlerde satılan hazır paket kaymağı yiyebiliyorum o kadar.  Geri kalan kaymak çeşitlerini -ki bana göre çeşitli evet- asla ve kat'a  yiyebilmem mümkün değil.  Örneğin bizim evde yoğurt 3 kaşıkla alınır.  1.kaşıkla yoğurdun kaymağı, 2.kaşıkla kaymağın yoğurda değdiği yer ve 3. kaşıkla yoğurdun temiz yeri:)))

Tek kaşıkla alıncaksa o kaşık her seferinde dezenfekte edilecektir.

Kaymaklı yoğurdun kaymağı bu şekilde alınmaz ise o yoğurttan yapılan cacık veya ayran da içilmez. İtiraf ediyorum  restoran veya dürümcülerde  satılan açık ayranı içmememin tek sebebi içinde kaymak olma ve ağzıma o pütürün gelme ithimalidir.  Ayranı ile meşhur Susurluk'ta bile ayranını kapalı kutuda isteyen yegane insan olduğumu düşünüyorum.

Tabii aynı şekilde sütün kaymağı da problem. İlk kez bu sene sokak sütü almışlığım oldu eve. Daha öncesinde tatil yerlerinde eşim köylülerden çiğ süt alıp kaynatmışlığı  ve içmişliği vardı ama ben o esnada kesinlikte sütün kokusunun gelemeyeceği en ücra köşede burnuma mandal takmış oturuyordum.

Annem de eskiden (daha doğrusu ben bekarken, çünkü o hala sokak sütü alıyor) arada sırada sokak sütü alır ve benim çok sevdiğim bol pirinçli  koyu kıvamlı sütlacı yapıp cânım sütlacı katlederdi. Tabii ki ben, kutu sütü değilse hiçbir şekilde yemezdim o sütlacı. (Aralarda annem kutu sütü ile yaptım diye de kakalayamıyordu çünkü eve süt alınıyorsa o süttün bitim tarihinden sonraki 10 gün boyunca hiç bir sütlü tatlı yemiyordum. Ola ki o sütten yapılmıştır, o süt kaynarken içine kaymak karışmıştır (her ne kadar süzüldüğü iddia edilse de:) )

Annem bir de o kaymakları ayrı bir tabağa koyar buzdolabında beklettikten sonra üstüne şeker döküp yerdi. (Şu satırları yazarken yüzümü buruştuğumu fark ettim:)

Hazır kaymak yani hani  marketlerde satılan rulo şeklindeki kaymak yeme durumum da şöyle oldu : Swisotel'de çalıştığım dönemde  çok sıkı bir kar yağmış yollar kapanmış ve biz çoğu çalışan eve gidemediğimiz için otelde kalmıştık. Otelde kalan  kız ve erkek personel için oda  açılmıştı. (Tabi bunun sebebi o akşam eve gidip ertesi gün yollar kapalı işe gelemem bahanesi olmasın diye de olabilir) Neyse geceyi biz personele tahsis edilen  odalarda geçirdikten sonra ve ertesi gün (kulakları çınlasın) Erhan'la, öğlen vardiyasında çalışacağımız için sabah kahvaltı etmek için Beşiktaş'a gitmeye karar verdik.  Onun bildiği kahvaltıcı varmış.  Beşiktaş'a kadar takır takır buzların üstünde yürüdükten sonra Çarşı içinde minik bir pastaneye girdik.  Öyle 40 çeşit kahvaltı tek bir tabakta falan gelmedi.  Dedim ya mütevazi, temiz bir yerdi. Bir tabak peynir, biraz zeytin, söğüş salatalık domates ve kaymak üzerine dökülmüş bal...
Şaka maka Erhan'ın teşvikleriyle sanırım ilk kez kaymağı , bu kaymak değil ekmeğe sürülen peynir şeklinde  kodlayıp  bilinçaltımı kandırarak yemiştim:)  Bunda Başak'ın (O'nunda kulakları çınlasın:)   oteldeki kahvaltılarımızda balı, tereyağına kabına dökerek ikisini  güzelce karıştırdıktan sonra  ekmeğe sürüp imrendirerek yeme ve yedirmesi sonucu sanırım bende bal ve kaymak olayını aynı şekilde karma yaparak ve kendimi kandırarak yemiştim:))

Başka başkaaa.... Bilumum sakatat türevleri de hala yiyemediklerim arasındadır. Annemler ara sıra beyin alırlar mesela. Eskiden eğer hep birlikte sofraya oturuyorsak, kesinlikle o beyin görüş açımda olmamalı. Çeşitli bardak ve kavanozların arkasına saklanmalı . (Ne   eziyet etmişim insanlara yahu)    Görüntüye bile tahammülüm yok.

Ay ben daha bunları yazarken şiştim, ilerde oğlumla yaşarken ne yapacağım kimbilir : (

Ben bu kadar şeyi yemez ve insanlara bu kadar eziyet ederken şimdi oğlum en basitinden bir şeyi yemek istemediğinde neden onu anlayamıyorum ki?  Ya da niye illa zorluyourm ki tadına baksın diye:(  ben bakıyor muymuşum sanki...

Ben en iyisi bu yazıyı basıp buzdolabıma (tabii ki oğlum okumayı sökünceye kadar) asayım da yemek yemiyor diye üzüldüğümde gidip okur teselli bulurum biraz:))  Neymiş... çocuk aç kalsa ölmüyormuş.
Bir diğer eskiden cıs ama şimdi hmmmm olan bir yemeğimiz;  Ciğer.  Küçükken babaannem bana zorla yedirmeye çalışmış bende ağzımda tutup sonra tuvaletteki çöp kovasını açıp pis tuvalet kağıtlarını kaldırıp altına tükürüp sonra b*klu kağıtları yeniden üstüne kapatmışım. Akşamda anneme anlatmışım: )) Tamam olay iğrenç ama zekaya bakar mısınız, kimse nereye sakladığımı  bulamaz:)) Evet ciğer sevmiyorum ama dahadoğrusu  içincen geçen sinir/zar yada her neyse kestiğinde yada ısırdığında etin /ciğerin  kopmasını engelleyen o damar ya da zarımsı şeyler midemi bulandırıyor.  Aynı şey köftede de var. Eğer yerken içinde sinir olursa onu da yemem:)

Şimdi bu ciğer konusu biraz uzun. Tabii bunu da eşim sevdirdi. Bir gün işten eve döndüğümde eşim  arnavut ciğerlerini ve patatesleri küp küp kızartmış. Bir tabağa önce patatesleri, üstüne arnavut ciğerlerini, üstüne de yarım ay şeklinde doğranmış soğan, maydanoz ve sumak...  Sunum  görsel şölen şeklinde zaten,  yememek için deli olmak lazım:)  O kadar ki annem ve eşim hiç anlaşamamalarına rağmen hala annem ara ara gittiği ciğercilerin eşim kadar güzel yapamadığını söyler durur:)

Bir keresinde de  eşim,oğlum, ben  ve  üniversiteden sınıf arkadaşım olan Hakan dayımızı alıp günü birlik  Edirne'ye gittik.  (Bu arada Edirne şahane bir yer. Bayıldık ama onu bir başka yazıda anlatırım belki) Neyse gezdik tozduk öğle saati geldi, karnımız acıktı. Restoranların olduğu bir meydanı gezdik . Meydanın ortasında,  hani  Taksim'de Beyoğlu girişinde büfeler vardır ya,  işte onun gibi bir sürü minik ciğerci büfeleri. Ama öyle restoran gibi değil ekmek arası alıyor ve gidiyorsun.  Ama hepsinin önünde kuyruk dolu... Şimdi memleketine gelmişken ciğer yememek olmaz ama ben tabii ki o ciğeri eşim yapmadığı için  kesinlikle yememe taraftarıyım. En fazla Tolga'dan tadına bakarım falan diye düşünüyorum ama bu sırada hepimiz ayrı ayrı farklı büfelerde ciğer kuyruğundayız, hani sıra hangimize önce gelirse ordan alacağız:)  Diğer yandan da  etrafa bakınıyorum başka ne yiyebilirim de ciğerden yırtarım falan diye. Bir şekilde ciğer yerine başka ne yiyebiliriz falan derken Hakan'da demez mi bende ciğer yemem, sevmem diye:)  Ohhh... Eşim,  ikiye bir kaldı. Gerçi O 10  kişiye karşı tek kalsa da yemek konusunda hep haklı çıkar ya neyse.  Bizi de kırmamak adına, tamam o zaman buralarda bir restoranda oturalım siz yemek yiyin, ben de  ciğer yerim dedi.

Büfelerin yakınında yol kenarındaki iki katlı  bir restorana girdik. Cam kenarındaki  masaya oturduk. Biz ne yesek diye biryandan menüye diğer yandan diğer masalardaki tabaklara bakınıyoruz. Tolga'nınki zaten belli ciğer yiyecek. Garson abi bizde var ciğer deyince hiç büfeye de gitmesine gerek kalmadı. Ve ama asıl bomba bizde patladı....

Hakan'la ben diğer masalarda oturan insanların tabaklarındaki hamsi tava gibi görünen ciğerin aslında yaprak ciğer olduğunu ( Hakan'ı bilmem ama ben yaprak ciğeri ilk kez gördüm. Benim bildiğim ciğer ya kasaptaki çiğ  hali ya da küp küp kesilmiş haliydi)  öğrenince ve baktık ki herkes iştahla ondan yiyor , bizde denemek için bir tabak söyledik:)))

Doğal olarak eşim de  "madem yiyecektiniz bana bunca saat niye kök söktürdünüz"  diye söylendi durdu:))) dahası  biz o ciğerin tadına doyamayıp 2. tabağı da söyledik:))))

Bu kadar satırlar dolusu yazdım ama sanmayın ki hiç  yemek yemiyordum. Birçok çocuğun aksine  ıspanak (illaki yoğurtlu olacak) , bamya en sevdiğim yemeklerdendi.

Annem de sağ olsun,  kerevizle  patatesi bir pişirip bana hepsini patates diye kakalardı.Ama bu daha yumuşak deyince o tencerenin altında kalmış daha çok pişmiş ondan derdi.  Semizotunu ıspanak diye, havuç suyunu kırmızı elma suyu diye içirmişliği vardır:))  Nasıl kanmışım bilmem ama iyi ki kanmışım:))

Velhasılkelam yemeğen bir çocuğa yesin diye baskı yapılmamalı  ve arada sırada şekil değiştirip başka isimler altında yedirmeye çalışmak  yalan söylemeye girmezmiş:)))

24 Mayıs 2012 Perşembe

Lego Sorunsalı


Aslında ben böyle  Lego yada Puzzle gibi ıvır zıvır işleri çok severim.. .Daha doğrusu severdim...çocukken ... gençken ya da her neyse işte  oğlumdan önce diyelim kısaca...

Oğluma küçükken hediye gelen legoları,  hiç oynamayıp sürekli binbir parça halinde etrafa saçtığı için, sonunda çıldırıp,   hepsini bir torbaya koyup ardiye niyetine kullandığımız küçük tuvalete teperek göz önünden kaldırmıştım.

Ortalıkta  legonun  olmamasının en güzel yanı, evde yürürken, artık ayaklarının altına renkli  ve sivri köşeleri olan  küplerin batmayacak olmasıydı.

-dı diyorum çünkü oğlum  okula başlayınca legolarla oynamayı da öğrendi...

Okul öncesi genelde evdeki favori oyuncakları, mutfak kap kacakları  dışında , bilumum müzik aletleriydi  (gitar, bendir, darbuka, oyuncak klarnet, babasının udu, mızrapları (adam eskiden değil udunu, 1 tane mızrapı kaybolsa kıyameti koparırdı, şimdi işe giderken 1 tane bulsa şükreder hale geldi, evlat böyle tatlı birşey işte:))

(Mızrap ne derseniz, ud çalmak için udun tellerine vurdukları kaplumbağa kabuğundan yapılan bi nevi pena )

Bizim kuzu okula başladıktan sonra,  baktım ki  eşyaları üst üste koyup hayal gücünü çalıştırıyor, tekrardan döktüm legoları ortaya...

Ben zannerdim ki herkes lego oynarken ilk olarak ev falan yapar. Ama bizimki  otopark yapımıyla işe başladı.

Oyun ilk başta legoların yan yana olacak şekilde  kare veya  beyimizin keyfine göre bir şekilde dizilmesi ile başlıyor.  Sonra  içine  minik arabalar, ambulanslar ..vs park ediyor.  Otoparkın kapısı illaki açılır kapanır olucak. (Es kaza önüne kapı yapmak için yeterli lego parçası kalmadıysa  ama ben öyle istememiştiiimmm diye ağlayarak bütün oyunu bozuyor)

Neyse otoparkın bir sonraki aşaması köprü olayı oldu... Altından milimetrik biçimde araçların geçebileceği yükseklikte köprü yapıyoruz... Ama ambulans biraz yüksek olduğu için altından geçemezse  eğer, bu seferde zeminle köprü arasına mı yoksa, köprünün altına koyacağımız parçalarla mı  köprüyü yükselteceğimiz  krizi baş gösteriyor. Bir şekilde onu da çözdükten sonra beyimiz kendi kendine oynamaya başlayıp araçları altından geçiriyor, park ediyor....

Aralarda ben legoların şeklini değiştirip aaa bak bu robot oldu, bak bu da trene benzedi falan gibi  değişik alternatifler göstersem de yine de illa ki otoparkçılık oynuyoruz.

Aslında lego ile oynuyor olmasından şikayetçi değilim. Aksine,  çok hoşuma gidiyor.  Böylece bir şeyler oluşturabiliyor olmasının  yanında 3 büyük turuncu lego, 5 tane yeşil küçük lego gibi sayı ve renk  kavramlarını da pekiştiriyoruz.

Geçen hafta sonu, bizim kuzu  öğle uykusu uyumayıp mızmızlanınca, hadi dedim gel senle lego almaya gidelim. Maksat evdeki legonun aynısından bulup daha çeşitli şeyler yapmak... Babamızı evde bırakıp bir koşu oyuncakçıya gittik . Giderken de evdeki lego örneklerinden bir tanesini yanımıza almayı akıl ettik çok şükür. Çünkü  her ne kadar adı lego olsa da ürün gerçek  LEGO markalı olandan değil.  Piyasada farklı üreticilerin ürettiği bir sürü bu tarz ürün var. Biz de yanımıza örnek aldık ki aynı büyüklükte olandan alıp evdekileri çoğaltalım.

Koştur koştur gittiğimiz  oyuncakçıda ne yazık ki bizim elimizdekinden yoktu.  O sırada oyuncakçı bayan  alternatif  olarak başka bir marka lego gösterdi.  İçindeki parçalardan ev yapılıyordı, bahçe çitleri,  çicekleri,  kapısı, çerçevesi, duvarları vardı.  Yeşil bir zemin üstüne yerleştiriyorsunuz falan filan.

Tabii bana çok eğlenceli geldi, oğluma da  alalım mı dedim, alalım dedi. Bu arada ben lego seçerken  bizimki uzaktan kumandalı  oyuncak arabalara kilitlenmişti.  Sana uzaktan kumandalı araba almayacağım ama eğer istersen normal bir tane araba alabilirim git seç  bakalım dedim ama bu sefer "ama bana anten lazım" dedi.

(Şimdi yazıya burada bir ara verip  uzaktan kumandalı araba olayına girmek istiyorum. Evde daha önceden alınmış ve oynanmaya başlanmasının 10. dakikasından itibaren anteni kırılan ve artık arabası ayrı bir yerde kumandası  ve anteni farkı yerlere fırlatılmış bir sürü  hurdayı daha yeni torbalayıp çöpe attım. O zımbırtılar için pil almaktan bıkıp artık şarj edilebilir pillere yatırım bile yapmaya başlamıştım... tamam  şimdi bu açıklamayı yaptıktan sonra konuya dönebiliriz)

Ben " Ne anteni ?" deyince bizimki benim kumandamın anteni yok dedi. Kasadaki bayan ay sen anten mi istiyorsun gel anten vereyim sana deyince bizimki iki adet yedek anten sahibi oldu. Sonra tamam şimdi araba alabiliriz deyip yine gitti arabalara:))  Kaçış yoktu,  sonunda ısrarla istediği  gri  uzaktan kumandalı arabayı aldık.  (Aslında ilk tutturduğu üstü açık bir gri arabaydı ama onun kapalı kutuda olanından kalmadığı için,  gri olmak kaydıyla üstü kapalısına razı oldu. )  Adamın araba merakını anlıyorum da neden  gri.. . Orasını  çözemedim henüz.

Sonuçta yeni uzaktan kumandalı arabamız ve legomuzla eve geri döndük. Evdeki ilk kriz  arabanın pili için çıktı. Evde pil vardı - yoktu, bu boş, dur şunu şarj edelim, oğlum iki dakka sabret de dolsun, acaba tv kumandasının mı pilini taksak şeklinde geçti.

 Sevgili oyuncağımızın pillerini taktıktan sonra (burada bu oyuncak üreticilerine seslenmek istiyorum: Kardeşim ne diye her oyuncağın pil yerine düdük kadar vida koyuyorsunuz , hadi koydunuz o vidalar niye her seferinde oyuncağın içine düşüyor. Mini minnacıklar  elle bile zor tutuluyor vidalar, tornavidanın ucunda durmuyor. Cımbızla mı tutucaz??? ) bizim oğlan keyifle ışıkları yanan (çok şükür sesi yok) arabasıyla oynarken , ben de  diğer yandan legoları kutusundan dökmeye başladım.

Çıkan parçalardan evi oluşturmak kolay, duvarlar zaten tek parça, duvarlardaki oyuklara  da camı ve  çerçeveyi taktın mı  ev bitti gitti...

Amaaaa gel gör ki adamlar oyuncağa bir çatı yapmış, yok böyle birşey. Bir kere çatı, oyuncak değil gerçek  ev çatısı gibi  (hani kiremitleri üst üste dizersin ya onun gibi ) 3 kat yapmışlar.   Oyuncağı alalı bugun 5. gün oldu, biz hala çatı olayını çözemedik.

Adamlar kutunun üstüne evin L şeklinde yapımını kademe kademe yapımını göstermiş (Ev'in ama çatının değil dikkatinizi çekerim)  Kaldı ki benim oğlum evi L şeklinde istemiyor, ne olucak?   Çatı tutmuyor, tepesini birleştiremiyoruz bi türlü..

İlk gün başladığım heves,  önce hırsa,  sonra sinire dönüştü.  O kadar ki nerdeyse tek tek parçaları alıp camdan atasım vardı. Tabii oyuncak, evdeki  kuzunun olunca, onun müdahalesi de oluyor.  Oğlum dur yapmaaaaa diyene kadar, yapmaya çalıştığın şey iki saniyede darma duman...Pes edip sonunda topu babaya attık.

Hani vardır ya beylerin " hıh, bir şeyi de beceremediniz çekilin bakim" modu,  hafif o kıvamda geldi bizimki de:)

Öyle yaptı olmadı, böyle yaptı  olmadı. Benim sinirler zaten laçka, hem  gülüyorum  hemde her anımızı fotoğraflıyorum:)) 

 Sonuçta eşim  " bu lego bozuk" diye bir çıkış yapıp evin çatısını açık  şekilde bırakarak "bak oğlum en son model ev bu" şeklinde bir açıklama yaptı çıktı işin içinden:))))))))))

Üzerinde  +3 yazana oyuncağı +30 olan bizler beceremedik. Şimdilik evdeki son durum aşağıdaki gibi tepesi açık fotoğraflardaki gibidir.





Hem zaten yaz geldi, ne diye kapatalım çatıyı di mi ama:))  Biz orada yazın yıldızları seyredicez bi kere:))))

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Yıl sonu gösterisinde ağlanırmış...


Evet ağlanırmış.... Hem de salya sümük ağlanırmış...

Bu seneki 19 Mayıs aynı zamanda benim minik oğlumun yıl sonu gösterisiyle denk düştü. Ben de  Cuma ve Cumartesi'yi de yıllık iznimi  alarak dinlenmeye karar  verdim.  Dinlendin mi derseniz... evet... evde olmak  (ev işi hiç bitmese de) çok keyifli... Hele ki benim gibi haftada bir gün izin gününüz varsa 3 gün şahane  bir süreç :))

Gelelim kuzumun yılsonu gösterilerine,

Malumunuz  bizim kuzuyu okula 2012 Şubat ayında verdik. Yani hepi topu 3 ay oldu.   Amam bizim adam çabucak adapte oldu da yılsonu gösterilerine bile katıldı. Bu 3 ayın 1 ayını 2-3 yaş grubunda geri kalan 2 ayını da 4 yaş grubunda tamamladık.

Aslında tam olarak 3,5 yaşındayız şu an. Ama okula başladığımız sırada hem bez  hem emzik kullanımımız devam ettiği için küçük sınıfla başladık..  Onlardan kurtulunca hemen Serda öğretmenin sınıfına katıldık.
Serda öğretmenimizi ben çok sevdim. Açıkçası diğer öğretmenlerimizi de çok  seviyorum ama Serda öğretmenin aynı zamanda anne olması ve biraz da tatlı sert olması çok hoşuma gidiyor.  İçim rahat yani  bu konuda...

19 Mayıs gösterimiz Küçükyalı'daki bir ilkokulun konferans salonunda yapacaklardı.  Gösteri saati 17:00-19:00 olarak belirtilmiş ama bize çocukları 16:00'te getirin dedikleri için bizde 16:15 gibi  okula ulaştık.
Salona giderken koridora çocukların yaptığı el işlerini panoya asmışlar.  Gözlerime inanamadım.. İnanılmaz güzellerdi hepsi.. Babamız  profesyonel kamerayla daha güzel resimler çekmiş olsa da bende telefonun kamerasıyla idare ettim... Hele ki  gösterinin sonlarına doğru fotoğraf makinasının hafızası dolunca benim cep telefonum bayaa iyi  iş çıkardı:))

Hiçbir saniyesini kaçırmadan çektik, görüntüledik çok şükür:)

Okuldan, özellikle  anne-babanın dışında en fazla 2 kişi getirilmesi ricasına rağmen (koltuk sayısından dolayı) bir sürü insan cümbür cemaat gelmişti. Dolayısı ile duvar diplerine konan tabureler haricinde ayakta izleyen bir sürü veli de oldu maalesef.  Yıl sonu gösterisinin bedava yapılmadığı ve oraya gelen tüm velilerin ücret ödediği düşünülürse  yer konusu kesinlikle yeterli değildi.

Ama kuzular çıkınca  herşey unutuldu...Daha be gösteriye gitmeden,  arkadaşım Sedef bana "ben Mete'nin gösterinde çok ağlamıştım "deyince, yok artık bunda da ağlamam herhalde diyordum ama daha tuhaf bir durum  başıma geldi. Oğlumu sahnede  görünce  benim gözyaşlarım sel oldu aktı, bir ağlıyorum bir gülüyorum. Hayır birşey değil bünya de karar veremiyor ne tepki vereceğine...

İlk perde açılıp, bizimkiler sahnede sıra sıra dizilince (hepsinde kot pantolon ve beyaz t-shirt)  hepimiz başladık tabi el- kol sallayıp kendimizi göstermeye çocuklara:)))   Valla heyecandan değil.... O an sadece oğlumun orda önünde oturan tanımadığı bir sürü insanı görünce yaşadığı tedirginliği hissedip bizi aradığı izlenimine kapılıp salladım elimi ben... ve...  O  bizi gördü tabii:))

Bu arada müdire hanım bol bol bize el sallayıp çocukların dikkatini dağıtmayın uyarısında bulunuyordu ki ne mümkün:)

Hatta bir ara   benim oğlum sahneden anneyi falan unutup direkt Buyaaaaa diye seslendi:)) Baktı ki biz ordayız şova devam:)

Önce topluca bir şarkı söylediler, sonra müzik aletleriyle yaş gruplarına göre ritim şovu yaptılar, ingilizce şarkılar söylediler, kafalarına taktıkları hayvan resimlerini ingilizce anlatıp  ingilizce bilgilerini gösterdiler, dans ettiler (bizimki grace müzikalinden bir parçada twist yaptılar. Üstlerinde siyah üstüne pullu  gri kravat ve yelek, altlarında siyah üzerine yanları yine gri pullu pantolon, ayaklarında pisi pisiler.. inanılmaz tatlıydılar.

Şarkı söyleme kısmında diğer çocukların hepsi sırada dururken bir benimki zıp zıp zıpladı, çok güldüm...
16:00da başlayan gösteri saat 8 olduğunda hala bitmemişti . (üst sınıflar viyana dansı yapıyorlarken çıktık biz)

Hava  okula giderken günlük güneşlikkenbiz çıkarken yine dönmüş ve oldukça serin esmeye başlamıştı. Eve uğrayıp oğluma uzun kollu birşey  giydirip  doğru Cafe İstanbul'a gittik. Hem karnımız çok acıkmıştı, hem de evde yemekle uğraşacak sabrımız yoktu..  Cafe İstanbul zaten hem Uğurcan'ın doya doya koştuğu-kimsenin ses çıkarmadığı- hem bizim sevdiğimiz mekanlardan biri:)

Tabii oraya gider gitmez oğlum  Nalan ablasını gördü ve bizi unuttu:))  Zaten bu sıpa  okula girerken de arkadaşı Kuzey'i görünce bizi yine unutmuş ve Kuzey'lerin yanından ayrılmamıştı...

Geçen sefer Nalan ablası için " illa bize gelsin" diye tutturmasına rağmen işi bitince gelecek diye oyalamıştık ama bu sefer yemedi.. Kuzu kuzu kızcağızı bize sürükledi , bir süre oyun oynadı sonra uykusu gelip mızıklanmaya başlayınca da hiç pas vermedi...

İşte yıl sonu gösterimizden bazı resimler...





Serda Öğretmenimiz


   









16 Mayıs 2012 Çarşamba

Babaannem ve Şekerli Yumurtası...


Çocukluğuma ait hatıraların en başında gelir rahmetli babannem...  Adatepe'de , tren yolunun üst tarafında, dedemin projesini hem çizip hem yaptırdığı, şimdilerin dubleks dediği 2 katlı bahçeli bir evde tek başına yaşardı.
Rahmetli dedemle ben hiç karşılaşamadım. Ben doğduktan 6 ay sonra vefat etmiş. ..Kendisi il hiç tanışmasam da tanıyormuşum gibi severim oysaki...Ona ait sadece birkaç tane resim gördüm. Kendisi de babam gibi pipo içermiş...
Neyse konuyu çok dağıtmayayım... Efendim benim çocukluğum o iki katlı  evin içinde ve bahçesinde koşuşturmakla geçti.  Eve çıkan koca bi yokuş vardı. (ki hala var) Ne zaman babannem beni gezmeye götürse  o yokuşu inip trene binerdik .  O  yokuş bana o kadar dik gelirdi ki, her inişimde keşke bütün yollar yokuş aşağı olsa diye düşündüğümü bugün gibi hatırlıyorum. Sonrasında o inişlerin bir de çıkışı olduğunu düşünüp bu duamdan hemen vazgeçerdim:)))
İlk trene binişim de sanırım babaannemleydi:))  Arada sırada trene binip, uzakta oturan,  kedileri olan bir teyzeye gezmeye giderdik....
Babaannemin evi tren yolunun üst kısmında set üstü denen yerdeydi. Evin bahçesinden aşağıya tren yoluna doğru inen merdivenler vardı.   Merdivenlerden inip dikkatlice rayların üstünden geçince deniz kıyısındaydınız. O zaman şimdiki gibi sahil yolu yoktu. Tren yolunu geçer geçmez taşlık bir kumsal ve deniz vardı.
Babaannem elimi tutardı, tren yolundan geçip , hemen denizin kıyısındaki incir ağacının altından denize sokardı beni sabahları... Öğlen eve gelip öğle uykusuna yatardım. O da benim yanıma yatardı, hem uyuyayım hemde yataktan kaçamayayım  diye:)  Öğleden sonra güneşinin denize vurduğunda çıkan sarı ışıkları da unutmam mümkün değil. Sanırım Adalar manzaralı bir evde oturmak benim için boğazda oturmaktan daha özel ve önemli...Ayrı bir yeri var... Belki de bu yüzden yıllar sonra döndüm dolaştım yine Adatepe'ye geldim...
Bazen akşam üstleri terastan görünen Süreyya Gazinosu'ndan gelen  müzik sesleri eve kadar gelirdi.
Eğer tren yolunun kenarında yaşıyorsanız tren gürültüsünü bir süre sonra duymaz olursunuz.. Ben çok severdim..Zaten  benim annem ve babamla oturduğumuz ev de babannemin evine çok yakındı... O zaman Adatepe'de bu kadar çok ev olmadığından ve çoğu zaten bahçeli ev olduğu için (ve tabii ki bu kadar araç olmadığı için)  sokak aralarından 10 dak. gelinirdi. Ama sanki yoldan değil Amazon ormanlarından geçer gibi giderdiniz :)))
Kır  saçlı , uzun boylu, yapılı çok şık giyinen bir kadındı babaannem, hala ona ait bir etek var elimde, birkaç tane de takı...
Tam karşışındaki evde yaşayan komşusu Mine Teyze vardı. Arada ona giderdik oturmaya birlikte,  yada sokağın biraz ilerisinde  bir apartmanın birinci katında oturan bir başka teyze vardı. O'nun da kedileri vardı...
Babaannem hayvanları çok severdi, evde siyah bir Karabaş köpeğimiz vardı... Evden içeri  girmezdi hep  bahçede yaşardı.. . Et suyuna ekmek doğradığı  gümüş rengi bakır kapları vardı babannemin, Karabaş'ın yemeklerini ona koyardı. Karabaş'ı çok severdim bende...Birde  bir sürü rengarenk muhabbet kuşlarımız... Bizim evimizde de hiç eksik olmadı muhabbet kuşu ...
Babaannemle ilgili hiçbir şeyin hafızamdan silinmemesine o kadar seviniyorum ki... Düşündükçe her şey bugün gibi geliyor gözümün önüne... Bahçenin beyaz parmaklıklı kapısı yazın yeşeren sarmaşıkla kapanırdı. Bahçeden girince sol tarafta duvar boyunca ilerleyen ve  gözü gibi  baktığı rengarenk ortancaları... Bahçenin yan tarafında yetiştirdiği -ya da belki de kendiliğinden çıkan - naneler. ..(marketten nane alamaya yeni yeni başladım çünkü nedense sadece bu seneki naneler bana babaannemin naneleri gibi kokuyor)
Evin ön tarafında bulunan ve denize bakan terasın tren yoluna bakan kısmında, kenarlardan aşağılara doğru sarkan değişik bir tür sarmaşık vardı. (Adını bilmiyorum ama aloa vera gibi  içi sıvı dolu  yeşil bir tur bitkiydi, sarmaşık gibi. )  Onları koparıp koparıp içinden akan yeşil suyla  terasta yere resim yaptığımı hatırlıyorum...
Öğleden sonraları eğer denize gitmiyorsak,  babannem, terasa  kocaman bir demir  küvet çıkarıp  içine su doldururdu, içinde oynardım. Hani Red Kit'in eski çizgi filmlerinde yıkandığı küvet var ya onun gibi birşeydi işte.. Kimbilir belki de o eski bir çamaşır sepetiydi ama bana kocaman gelirdi:)
Babannemin evinin bahçesi 3 katlıydı. İlk katı evin etrafındaki alan; sokak tarafında içinde ortancaların olduğu kısım, deniz tarafındaysa terastan aşağıya sarkan sarmaşıklar ve yanında kocaman bir gül bahçesi (orjinali kum havuzuymuş ama),  gülleri geçtikten sonra ekilen elma  ağacı (az koparıp yememişimdir dalından daha büyümeden:)  sonra   evin çatısından bahçeye kadar inen kocaman mor salkım çiçekleri...
İkinci kat bahçesinde  ise;  bir köşede çam ağaçları (Karabaş'ın kulübesi bu çam ağaçlarının altındaydı ) , çoğunlukla çim çimlerin ortasında (hani Oburiks'in  sırtında taşıdığı gibi) kocaman bir kaya parçası bulunurdu.Etrafı lavanta çiçekleri ile dolu... Sokağın olduğu tarafta işe vişne ağacı vardı. Birkaç kere  tırmanırken  yakalandığım için fırça yediğimi hatırlıyorum:)
Tabii ikinci bahçe katının benim için en önemli ağacı deniz tarafındaki duvar dibinde bulunan incir ağacı...
Boyuma en uygun tırmanabildiğim ağaçtı incir ağacı. Zaten çocukluğumda bir deri bir kemik olduğum için beni taşımakta hiç zorlanmazdı...En üstteki dalına çıkıp  bütün bahçeyi görebilirdim. Dallarıyla konuştuğumu da hatırlıyorum.  Özellikle öğle uykusundan sonra  babaannemin yaptığı muhallebiyi yememek için tırmanırdım ağaca. Ama aslında o kadar küçükmüşüm ki bana o kadar yüksek gelen ağacın en üst dalı aslında babaannemin ayakta durduğunda çok rahat yetişebildiği bir yükseklikteydi... Kadıncağızı az peşimde koşturmadım bana yemek yedirmesi için:)))
Babaannemin yan komşusu kimdi bilmiyorum hiç evde olmazlardı, ama orada eve göz kulak olan bir aile yaşardı. Kızları vardı .   Adı Sema.   Benim yaşlarımdaydı sanırım , bir de küçük erkek kardeşi vardı yanılmıyorsam... Evin arkasındaki müştemilat kısmında kalıyorlardı. Semanın annesi bize gelmesine çok izin vermezdi, o yüzden ben giderdim sıklıkla.. Ama kapıdan değil, iki bahçe arasındaki parmaklıklardan:))) Önce kafayı geçirirdin, sonra hafiften yan dönüp vücudu çektin mi hooop yan taraftasın...
Babaannem'in göndermemezlik yaptığını pek hatırlamıyorum ama çok net hatırladığım 5 dak. ile 10 dak. arasındaki farktı. Babannem "5 dak. sonra gel" dediğinde "n'olur 10 dak olsun" diye pazarlık yaptığımı hatırlıyorum. Dakika ya da saat kavramım olduğu için değil,  sadece 10 dak. 'nın 5 dak. daha fazla olduğu gerçeğini kavramışım sanırım:))
Konu taaa nerelerden nerelere geldi... Aslında geçen gün Sevgili  Görkem'in  - Rüzgarlı Günler ve Geceler adlı blogunda okuduğum bi yazıdan esinledim bu yazıyı yazmak için... Hatıralarımızdan yer anneanne ve babaanne yemekleriyle ilgiliydi. Görkemin yazısı burada;  Anneannem ve ekmek teknesi…
Dediğim gibi aslında bu  yazıdan esinlenip babaannenim bana küçükken yaptığı ve benim bayılarak yediğim, hatta tekrar ve daha çok yapması için yalvardığım şekerli yumurtayı  anlatacaktım. Konu babaanne olunca şekerli yumurta bayağı bir sonlara kaldı:)))
Herkesin "ıyyy şekerli yumurta ne yahu" diye burun kıvırdığı şeye ben çocukken bayılırdım. Babaannemden sonra kimse onun gibi yapamadığı için sanırım unuttuğum bu tat, bu yazıyla gün yüzüne çıktı.
Aslında tarifinde özel hiçbir şey yok. Bir yumurtanın sarısını bir fincana koyup üzerine 1 çorba/tatlı kaşığı toz şeker döküp beyazlayıncaya kadar karıştırıyorsunuz. İkisini birbirine iyice yedirmeniz lazım ki ne şeker kıtır kıtır kalsın, ne yumurta kokusu burnunuza gelsin, ne de yumurta pıhtılaşsın...
İki  gündür şekerli yumurtayı oğluma ben bıldırcın yumurtası ile yaptım. Aslında yemez sanmıştım ama bayıldı (soydur çeker kısmı sanırım:) hatta daha yap bile dedi.. Ama fazlası dokunur  diye "her gün bir tane sadece" dedim... Hatta belki yumurta kelimesini duyarsa yemez diye içinde yumurta oldugunu bile söylememiştim ama sonra ağzımdan kaçırdım. Şimdi "anne bana yumurtalı tatlıdan yap" diye geliyor.  Çiğ olarak yendiği için, normal yumurtaya güvenmediğimden organik yumurta aldım.  Onunla yapacağım bir dahakini...
Belki  de bu kadar sesimin gümbür gümbür çıkmasının sebebidir şekerli yumurta kimbilir:)))

13 Mayıs 2012 Pazar

Oğlumun el emeği ilk anneler günü hediyesi


Oğlumdan gelen, kendi elleriyle (yuvada) yaptığı ilk anneler günü hediyem:)) 

"Sana çanta yaptım annecim" diye getirdi bana :)



Hepsini kendi kesmiş boyamış, sadece mendildeki yazı şablonunu öğretmenim yaptı dedi:))  Oğlumun hatıra defterinin içinde saklayacağım ama hala fırsat bulup koyamadım,  şimdilik yatak odamdaki müzik setinin üstüne koydum...  Bizimki her gördüğünde "onu sana ben yaptım anne" diyor:))  Ne mutlu bana...

Not : Allah annelerimizi başımızdan eksik etmesin... Kimseyi de anne sevgisinden mahrum etmesin...Bir bebeğin insan sıfatıyla yetişebilmesinin en kilit noktası  sevgidir bence...