29 Şubat 2012 Çarşamba

Kıyma mı Pişmaniye mi?

Geçenlerde markette,  kasadan geçerken, pişmaniye gördüm dayanamadım aldım. Genelde bu tür yöresel ürünlerini şehirlerine  gittiğimde veya oradan geçiyorsam almayı seviyorum. Ama  nedense hem canım çekti hemde Uğurcan yiyecek mi diye merak ettim, aldım. Eve gelince bizimki "yicem" dedi. Verdim, oturdu salondaki koltuğa bir güzel yedi:)
vaaayy ne kadar çok uzuyor bu...












hmm çok güzelmiş ,avuçlayalım:)





bir de yanında meysu (meyvesuyu) ohhh daha ne olsun:P












Ertesi gün okula giderken yine istedi,  bende diğer çocuklarla birlikte yesinler diye koydum çantasına.. Ama okulda öğretmenleri üstlerine dökülür diye vermemiş çocuklara. Paket aynen gerisin geri eve geldi.

Neyse efendim, bizim kuzu eve geldikten bir süre sonra birdenbire tutturdu "anne kıyma yicem" diye...
Dedim oğlum ne kıyması , o öyle çiğ yenmez.Senin canın köfte mi istedi? Gel ben sana köfte yapayım falan diyorum yok diyor illa kıyma yicem...

Sonunda dedim ki, vereyim bakayım şuna kıymayı ne yapacak?  Tam buzluğu açtım "tamam  gel bakalım kıymaya" diyordum ki bizimki geçti dolabın önüne"hayıyy oydakini diil" dedi. Oğlum kıyma burda ya dedim.."hayıyy" dedi. Bende  jeton düştü bu kıymadan bahsetmiyor diye. "Oğlum nerde kıyma" dedim. Buzdolabının üstünü gösterdi.  Bir baktım pişmaniye:))))

Meğerse kırk yıllık pişmaniye  oğlumu dilinde olmuş kıyma:))) Neden kıyma adı verdiğini bulamadım ama acaba diyorum bir gün önce yaptığımız ekşili köftenin kıymasını ona yoğurtmuştum ondan mı? :))

 Neyse sonunda doğrusunu öğrettim, tekrar ettirdim. Umarım öğrenmiştir ama ben çok güldüm:))

27 Şubat 2012 Pazartesi

aaa rabbit bu :)

Malumunuz oğlum bu ay yuvaya başladı....

 Tabii biz ona daha önce hiç İngilizce birşey öğretme derdine düşmedik. Bebekken Baby Tv'deki  çizgi film ve ninnileri açardım, gece yatarken de Joy Fm çalar, hani sırf kulak dolgunluğu olsun diye...

Çizgi filmlerden de bir tek "Tamirci Manny" de ara sıra kelimelerin İngilizceleri geçiyordu.

Neyse efendim, biz kuzuyu yuvaya yazdırdık, ve tabii ki yuvadan bize verilen aylık programda İngilizce dersleri olduğunu da gördük. Ama açıkçası benim için oğlumun yaşıtlarıyla mutlu ve keyifli vakit geçirmesi çok daha önemli olduğu için hiç oturupda ciddi ciddi ne faaliyet yaptığını sorgulamamıştım. Geçtiğimiz cumartesi (25. 02.2012 ) bizimki evde oyuncaklarını karıştırırken  kutunun içinden oyuncak tavşan çıktı. ve hemen "aaaa rabbit bu" dedi...

Ben şok tabii ki? Dondum  kaldım, hemen ordaki bir başka tavşanı gösterdim "peki bu ne annecim" diye. Demez mi "o da rabbit":))

Bu çocuk beni dumur ediyor, hiç beklemediğim anlarda çok güzel şeyler yumurtluyor:))

25 Şubat 2012 Cumartesi

kaka durumu:)

Bu buraya yazılmaz biliyorum ama çok mutluyum  dayanamayıp yazacağım:) Oğluşum bugun ilk kez kakasını yapmadan önce söyledi ve gidip yaptı:)) Üstelikte evde bile değiliz.. Lay lay lommm:) Resmini çekecektim de Büşra "Yok Artık"  dedi diye vazgeçtim:) Beni anne olan anlar da olmayan deli der buyuk ihtimalle:)

Eeee tabi birde bizim kızlarla konusurken kimsenin beni gibi, ilk saçı, ilk tırnağı,düşen göbekbağı,  sünnet derisi'ni saklamadığını öğrenince  iyice abartmayayım dedim:)

Ama mutluyum, oğlum buyuyorrrr lay lay lom:) Dil pabuç kadar, ama çok eğlenceli çoook:)))

15 Şubat 2012 Çarşamba

Blogumun renkleri ve ruh halim...

Bu blogu açarken , malum , ne kadar ayran gönüllü olduğumu belirtmiştim. Hatta ilk yazılarımda  arka plandaki tasarımı çok severek kullandığımı da söylemiştim...


blogumum ilk versiyonu:) 


Gel gör ki artık bünye değişiklik istiyor. Yakın zamanda bir başka arka planda görüşmek üzere.. Umarım sitemin yeni renklerinden memnun kalırım. Çünkü eğer beğenmezsem eski haline geri dönme gibi bir ayarı yok ya da var da ben bulamadım:(  Herşeyi sil baştan yeniden ayarlamam lazım... Neyse değişiklik iyidir, bizi ferahlatır. En azından sitenin renklerini değiştirmek evdeki  mobilyaların yerlerini değiştirmekten daha kolay:))   Böylelikle hem eşim zırt pırt evin şeklinin değiştiriyourm diye bıdı bıdı yapmayacak hem de annem sürekli onu bunu çektiğim için ilerde belimi sakatlayacağımı 500 defa kafama kakamayacak...yani şimdilik ... deneyip göreceğiz:)))

Portakal Kabuklarım...

Küçükken babaannemin yaptığı benim en çok severek yediğim şeylerden biriydi portakal reçeli.  Ondan sonra yediğim hiç bir reçel bana babaannemin yaptığı o tadı vermedi. Ki kayınvalidem bile bin bir çeşit reçel yapar. Onda bile yoktu çocukluğumun tadı...
 Zaten son zamanlarda, yediğimiz portakalların kabuklarını atmaya kıyamadığım için buzluğa koyuyordum. Sütlaç falan yaparken çıkarıp minicik bir rendeyle aroma olsun diye rendeliyordum.Ama geçenlerde,buzluğu açıp da birkaç torba halinde dondurulmuş portakallar firar etmeye çalışınca dedim ki bunlar öyle rendelemeyle falan tükenecek gibi değil, ben bi reçel yapayım...
Eskiden olsa hemen yemek dergileri karıştırılır, tarifler karşılaştırılır gramajlar falan ölçülürdü. Ya da biraz daha yakın zamanda anneni, ablanı ya da yemeklerini beğendiğin birisi aranır tarif alınırdı...
 Oysa ben artık  canım bir şey istedi mi hemen açıyorum interneti hooop en hoşuma giden ve en pratik (tembel işi olan)tarif  hangisiyse onu deniyorum: ) Bu seferki denememde öyle oldu...
 Portakal reçeli yapmaya karar verdim, arama motoruna "Portakal Reçeli" yazdım. X Usta'dan yemek tarifleri  seçeneklerini eledikten sonra mutfaksirlari.com da basit, samimi  ve kolay bir tarif buldum:)
Tabii aslında tarifi adam gibi okusam sorun olmayacaktı:)) Önce tarifi okudum sonra aa kolaymış dedim. başladım portakalları kendi istediğim şekilde kesmeye.... Site sahibi  küçük ve küp küp doğramıştı, ben babaannem usulu uzun uzun kestim. Sitede portakalları önce kesip sonra  haşlamıştı, ben önce haşladım sonra doğradım.
  Tabii ki bende sonuç önemli olduğu için ayrıntı çok önemli değildi... Ha Veli Ali ha Ali Veli durumu yani...

Neyse ki buraya kadar bir sorun yok. Bu arada ben daha önceden portakal suyu olarak tükettiğim portakal kabuklarını da posası ile birlikte haşladığım için hem kabuk, hem de azıcık posalı oldu.  Bir kere haşladığım portakalları uzun uzun kestikten sonra ( bu arada reçel de portakal kabuğunun azıcık burukluğu kalsın isterseniz benim gibi 1 kere haşlayın, yok buruk olmasın derseniz 3 kere suyunu değiştirerek haşlamanız gerekiyormuş) , doğradığım portakalları tencereye koyup üzerine 4 su bardağı şeker ve 2 su bardağı suyu ilave ettim.Tencereyi ateşe oturttum (Portakallar da  yaklaşık 3 su bardağından az bir şey  fazlaydı.)

Tam internete bakıp eksik bir şey var mı diye bakarken fark ettim ki yine tarifi "anladım nasıl olsa" diye adam gibi okumamışım..

 Meğer su ve şeker önce kaynayıp kaynaşacak ve hafifçe şerbet kıvamına gelirken, portakallar devreye girip reçel olması için içine atılacakmış... Ben bir yandan tarifteki resimlere bakıp bir yandan da kendi tenceremdeki manzarayı karşılaştırıp  "tüh ya n'olucak şimdi bu kadar malzeme? hadi şeker ve suya acımam da portakal kabuklarımı ziyan etmem"diye debelenirken,  açtım çekmeceyi, buldum bir kepçe, başladım üzeri şekerle kaplı portakal kabuklarını tenceredeki suyun içinde bir sağ, bi sol çalkalayıp şekerinden arındırarak başka bir kaba aktarmaya... ( Ne de olsa demokrasilerde çare tükenmezmiş:)
Haa bu arada tarifte 2 su bardağı suyun yanı sıra 1 su bardağı da portakal suyu yazıyordu. Evdeki portakallarım yemelik olduğundan, sıkmaya ziyan etmemek adına ben mandalina suyu sıktım içine... 

Bütün portakal kabuklarımı kurtardıktan sonra, tenceredeki su ve şekeri muhabbeti koyulaştırsınlar diye baş başa bıraktıktan bir süre sonra geri gelip, artık takati kalmamış portakal kabuklarımı da bu muhabbete dahil ettim:))) 50 dakikaya yakın kaynatıp  (sitede, suyunu bir çay tabağına damlatın hafif koyulaşmışsa altını kapatın , çünkü soğuyunca daha da kıvamlı oluyor ) yazılıydı. Tabii bu kıvam olayı  herkese göre değiştiğinden, ben süreyi  baz alıp 50 dakika sonra başına gittiğimde portakal reçelimin çok güzel bir turuncu renge döndüğünü gördüm. (bana göre altın rengine) "Acaba olmuş mudur" diye diye biraz daha karıştırdım Sonunda "olmuştur  herhalde" diyerek ocağın altını kapattım. İçine yarım limon suyu sıktım. Sıcak sıcak kavanozlara koydum. Biri büyük biri orta boy olmak üzere iki kavanoz reçel çıktı. Açıkçası tadı - bana rağmen-çok güzeldi ve babaannemin reçeline benzemişti:)) Aman diyeyim siz siz olun tarifi adam akıllı okuyun. benim gibi cebelleşmeyin sonra:)  Hadi bakalım iyi denemeler...

10 Şubat 2012 Cuma

4 günde büyük fark...

Oğlum yuvaya başlayalı bugün tam bir hafta oldu... Ama bu bir haftada inanılmaz değişimler var. Bir kere öğretmenlerimizin hepsi  güleryüzlü ve Uğurcan'ı  çok seviyorlar. Genellikle sabahları uyandığında "anne işe gitme, bende seninle gelicem, okula gitmeyeceğim ,senle gelmek istiyorummmm" şeklindeki mızıldanmalarımız ilk gün yuvadaki balıklara yem verme hevesiyle atlatıldı.Ben yuvadan ayrıldıktan kısa bir süre sonra, benim kaybolduğumu fark edip ağlamaya başlamış, tam da o esnada, ben, yolda, kendi kendime öyle habersiz kaybolunur mu , keşke bir ben gidiyorum deseydim , böyle sanki da mı iyi oldu?, Çocuk bilmediği bir yerde bir bakacak yanında tanıdık kimse yok, korkacak falan diye vicdan yaparken ve her geçtiğim sapaktan "Acaba geri dönüp baksam mı?"  duyguları ile ilerlerken okulu aradım.

Öğretmeni "şimdi başladı ağlamaya, gittiğinizi fark etti" dedi. Ben de bir telefona çağırır mısınız sesimi duysun dedim.Öğretmen hanım -tabi ki benden daha tecrübeli olarak- bir an emin olamadı, hani sesimi duyarsa daha çok ağlar mı acaba diye ama sonunda tamam dedi. Uğurcan'a gel bak anne arıyor seninle konuşacakmış deyince arkadan duydum oğlumun sesini:)) "hayıy gelmicem işte!!!"  Öğretmeni gülerek gelmeyecekmiş ama şimdi sustu dedi:)) Gerçekten de ağlamamış o gun.

  Öğlen aradığımda öğretmeninden kahvaltısını ve yemeğini yediğini,  üstüne üstlük emziksiz uyuduğunu öğrendim. Tabii ben şok... O kadar şoktayım ki nasıl olduğunu sormak ancak ertesi gun aklıma geldi:)  Öğretmeni ona artık büyüdüğünü, emzik kullanmasına gerek kalmadığını, emziksiz de isterse uyuyabileceğini güzel güzel anlatmış. Biraz sohbet etmişler, masal okumuş , ninni söylemiş öğretmeni, bizimki de gayet güzel emziksiz uyumuş:))

Tabii yuvadan çıkıp arabaya bindiğimizde bana ilk sorduğu "anne emciğim (emziğim) nerde?"  oldu:)
Akşam yorgunluktan erkenden koltukta sızdı:))
Ama sabah erken kalkmalarımızda hiç problem olmadı. Gayet güzel bir şeklide uyanıp hazırlanabiliyoruz. evden çıkmamız 15 dak. gibi kısa bir sürede halloluyor...
sabah, hazırlanıp, kapıda elinde mataramızla çıkmayı beklerken:)

Akşamları ilk günden sonra kendi kendine yatağına yatıp  masal dinleyerek uyumaya başladı. Oysaki yazdan beri ben ne zaman yatarsam O da o zaman yatıyor ve dolayısıyla bende erkenden yatmak zorunda kalıyordum... Okulun oğlumda bu kadar kısa sürede bu kadar büyük bir fark yaratacağını ben beklemiyordum açıkçası....
İki gündür de bezimizi çıkartmaya başlamışız. Dün akşam  öğretmenimiz size bir süprizimiz var deyip bu güzel haberi verdi... Sonra da bezi de  artık tamamen çıkaralım mı deyince ben bir an affallayıp "ya bir haftada bu kadar değişiklik travma yaratmasın çocukta " derken buldum kendimi:D

Sonuçta oğlumu her akşam çok mutlu olarak alıyorum okuldan...
Tek problemimiz sabahları ayrılmaktı, ki onu da çok şükür bu sabah hallettik. Okulun kapısından "ben geldiiiimm " diye bağırarak girince bütün öğretmenlerinden kocaman bir alkış aldı:)) Üstelik benden hiç "montumu annem çıkartsın,ayakkabılarımı annem değiştirsin" diye bir talepte de bulunmadı. Bana gayet guzel "güle güle"  dedi:)) ve ben uçarcasına geldim işe...


Oğlumun tatlı öğretmenleri...






Oğlum büyüyor...

Uğurcan bu hafta yuvaya başladı....

Yuvamız, benim çocukken okul sonraları etüde gittiğim bir yer...Yani tanıdık,bildik bir yer..

Uğurcan'la ben  bir ay kadar önce, bir bakıp görmeye gitmiştik, gittik, tanıştık... Daha sonra eşimde görsün öyle karar verelim demiştik. Geçen Cuma günü yani 03.02.2012'de Uğurcan'la babası tekrar yuvaya gitmişler.
Eşim beni, işteyken arayıp "biz yuvanın önündeyiz içeri gireceğiz var mı söylemek yada sormak istediğin bir şey" dediğinde tutuşmuştum zaten de belli etmedim. Saat 13:00 gibi girdikleri yuvaya, eşim, yaklaşık bir saat Gülbahar hanım'la sohbet ettikten sonra Uğurcan'ı bırakmış ve saat 17:00 gibi almaya gitmişti. Zaten bizim kuzunun öyle yakaya paçaya yapışması gibi bir derdi yok çok şükür.. Arada bir dönüp bakar orda mısın diye, baktı ki ordasın o-hoo sonra bir daha aramaz seni:D
Tabii bu aslında güzel birşey. Ama aynı güveni, sokaklarda, elini tutmayacağım, restoranlarda, kafama göre takılacağım gidip milletin yanına oturacağım, oyun oynayacağım modunda olunca bazen endişe etmiyor değilim ama mümkün mertebe kontrollü kalmaya çalışıyorum.

Bir de bende çocuk büyüdükçe "Eyvah eyvah bu günler çabucak geçiyor,oğlum büyüyor ben kaçırıyorum herşeyini" duygusu çok yoğun. Tabii bu yoğunluk bol miktarda gözyaşı ile bünyeye eşlik edince kendimi deli falan sanmaya başlamıştım ki, anne olan diğer arkadaşlarımla konuştukça aynı duyguların onlarda da tecelli ettiğini gördüm, pek bi mutlu oldum. Normalmişim ...

Böyle ağlama krizlerimden bir tanesi:Doğumdan sonra Uğurcan'la eve geldikten bir süre sonraydı. Kaç günlük ya da kaç haftalıktı hatırlamıyorum. Evdeyiz, bir pazar sabahı, eşimle kahvaltı ediyoruz. Uğurcan'da salondaki yatağında uyuyor. O sırada televizyonda bir magazin programında Pelin Körmükçü, doğum yapmış hastane odasında kızıyla görüntüleri var...Yediğim lokma boğazımda kaldı, gözlerim doldu, başladım ağlamaya. Eşim diyor ki n'ooldu?  Ben hem ağlıyorum hem anlatıyorum . "Baksana onun kızı daha yeni doğmuş, benim oğlum büyüdü bile, bu kadar gün  geçti ben ona daha doyamadım ühü ühüüü" Adamcağız halime gülsün mü teselli mi etsin şaşırmıştı valla. Çünkü böyle durumlarda ben bile ne duymak istediğime karar veremediğim için iyi de dese kötü de dese iki türlü de ters tepebiliyor:)

İşte taa o günlerden beri niyeyse ben bu duyguyu atamadım üstümden....

Neyse gelelim yuva meselesine; Cuma günü yuva çıkışı eşimle oğlum beni almak için iş yerime geldiklerinde oğlumun pestili çıkmış ve arabada sızmıştı:))

Cumartesi günü işten, öğle arasında çıkıp oğlumun okul alışverişini az buçuk yaptım. Pek de bir gururlandım bu arada, içim sevinç doldu.

Bütün bir pazar gününü, kendime ve oğluma gayet keyifli bir şekilde " benim oğlum büyümüş okula başlayacakmış, arkadaşları olacak, oyunlar oynayacak, çok eğlenecek ne kadar güzel" şeklinde tekrar ederek geçirdik. Şimdi buraya kadar her şey normal:)

Pazartesi gunu sabah erkenden oğlumuzu da alıp yuva gittik. Sabahları ben bırakıp akşamları ben alacaktım öyle kararlaştırdık. Zaten eve de yakın...

Sabah bizim gittiğimiz saatte henüz servis gelmediği için diğer öğrenciler daha gelmemişti. Bizim gibi servis kullanmayan velilerde teker teker getiriyordu çocukları. İşin kötü yanı,  günlerdir içimde biriken gözyaşlarının hepsi daha yuva kapısında girdikten yarım saat sonra bünyemi terk etmek istedi.  Allah'tan ilk yarım saat kendimi kontrol edip oğlum oyuna dalıncaya kadar durdum. Çünkü gidiyor geliyor "sen dur burda, sakın gitme" diye beni kontrole geliyordu. yuvadaki öğretmeni onu kahvaltı salonuna indirirken merdivenlerde öğretmenine "dur sen gelme" deyip koştur koştur bizim yanımıza geldi bana "uslu ol" dedi gitti sıpa:)))
Tabii sonra hiç yanımıza bile uğramadı orası ayrı...
  O gidene kadar tuttuğum yaşların  hepsi, değil sel resmen tsunami oldu bende...Hıçkıra hıçkıra yuvadan çıkana kadar ağladım. Zaten görüşmeye gittiğimizde de ağlamıştım. Artık sonunda Gülbahar hoca bana " bu kadar çok hassaslaşacaksanız ya bir yardım alın, yada  herkesin kullanabileceği bitkisel sakinleştiricileri bile kullanabilirsiniz" dedi. O kadar perişan etmişim kendimi.. Hayır bir şey değil ağlamaktan kendimi de anlatamıyorum ki.. Ben başta ağlarım rahatlarım falan diye...

Sonunda oğlum beni gözü yaşlı görmeden ama gözlerim davul gibi bir şekilde yuvadan ayrılıp işe geldim... Deli gibi ağladığım için bütün gün başım ağrıdı.. Ama akşam oğlumu okuldan almaya gittiğimde "anne  eve gitmeyelim" dediğinde anladım ki çok doğru bir karar vermişim. Bundan daha da güzeli, akşam kuzumla koyun koyuna yatarken uyumadan önce bana dönüp "Anne ben bugün çok eğlendim" demesi ...Var ya  işte o her şeye değdi...